15 Eylül 2008 Pazartesi

SELMÂN-i FÂRİSÎ

Image Hosted by ImageShack.us

Hakikat Araştırıcısı

Bu seferki kahraman, İran’dan.

Bu İran ülkesinden, bundan sonra birçok müslüman İslâm’la ku­caklaşacak ve onların arasından imanda, ilimde, dinde ve dünyada sa­halarında erişilmez eş­siz insanlar çıkacaktı. İslâm’ın zirveleri ve dehaları olacak... Hiçbir İslâm bel­desinde görülmeyen üstünlükte ve eşsizlikte insanlar... Felsefede, tıpta, fıkıhta, astronomide, buluş ve icatta, mate­matikte devrinin ve sahasının en bü­yükleri... Her bir ufuktan doğacaklar, bütün beldeleri aydınlatacaklar... İslâm’ın ilk asırlarında sayıları oldukça kabarık… Birçok bölgelere dağıldılar, va­tanları farklı farklı ama dinleri bir…

İslâm’ın bu yayılışını Resûlullah haber vermişti… Hayır, bu bizzat Al­lah Teâlâ tarafından ona gerçek bir söz olarak vaat edilmişti. Çok zaman geçmedi. İslâm sancağının bütün beldeler ve saraylar üzerinde dalgalan­dığını gördü.

Selmân bu olaya şahit olanlardandı… Hendek savaşı günleriydi. Hicretin be­şinci senesi. Yahudi liderleri, müşriklerle anlaşıp, müs­lü­man­la­ra saldırmak için Mek­ke’ye giderler… Amaçları bu yeni dini kökünden kazımaktır.

Bu korkunç, anlaşmalı harbin planını yaptılar: Kureyş ve Gatafan dı­şarıdan Medine’ye saldıracaklar, henüz Medine’de ikamet etmekte olan Benî Kurayza’da müslümanları içten ve arkadan vuracaktı. Böylelikle müslümanlar iki ateş ara­sında kalacaktı.

Resûlullah’a Medine’ye doğru bir ordunun yaklaşmakta olduğu ha­ber ve­rildi. müslümanlar büyük bir korkuya kapılmıştı. Nitekim bu du­rumu Kur’ân şöyle tasvir eder: “Hatırlayın ki, size üstünüzden ve altı­nızdan gelmişlerdi. Ha­tırlayın ki, gözler korkudan fıldır fıldır olmuş, kalp neredeyse göğüslerden dışarı fırla­yacaktı. Allah hakkında kuş­kuya düşmüştünüz.” (Ahzab, 33/l0)

Ebû Süfyân ve Uyeyne b. Hısn komutasındaki yirmi bin kişilik bir ordu, Muhammed (s.a.v.) ve dinini ortadan kaldırmak için, Medine’nin etrafını çepe­çevre kuşatmaya başladılar. Bu ordu sadece Kureyş’ten oluşmuyordu. İslâm’ı bir tehlike olarak gören bütün kabilelerin müttefik kuvvetinden meydana geliyordu.

Bütün düşmanları bünyesinde toplayan son saldırıydı. Kabile kabile, ce­maat cemaat, fert fert...

Müslümanlar ise kendilerinin içindeki zor konumun idrakindeydiler.

Allah Resûlü istişare için bütün ashabını topladı.

Kendilerini savunma ve savaşma hususunda ittifak ettiler. Ama bu nasıl bir savunma olmalıydı?

Uzun bacaklı, gür saçlı, Resûlullah’ın kendisini son derece sevdiği ve hür­met gösterdiği biri öne çıktı. Bu Selmân-i Farisî idi. Medine’yi şöyle bir gözden geçirdi, etrafını inceledi. Medine dört taraftan dağlar ve kaya­larla korunan bir şehirdi. Ancak bazı geçitler ve açıklıklar vardı. Kendi ülkesi İran’da uygulanan bir harp hilesi vardı: Hendek. Eğer bu geçitlere ve geçilebilecek her yerin önüne geniş hendekler kazılırsa düşmandan korunmak ve şehri savunmak kolay olacaktı.

Allah Teâla müslümanların beklediği çıkış yolunun ne olduğunu bili­yordu. Kureyş böyle bir hendek taktiği bilmiyordu. Dolayısıyla ansızın karşılaştıkları bu olaydan dolayı psikolojik olarak sarsıldılar. Allah’ın gön­derdiği şiddetli bir kum fırtına­sıyla da dayanamayıp mevzilerini boşaltmak zorunda kaldılar. Neticede Ebû Süfyân geldikleri yere geri dönmeleri için nida ettirmek zorunda kaldı. Büyük hayallerle geldiler, hor, zelil, perişan ve çökmüş olarak döndüler.

* * *

Hendek kazma işinde bütün müslümanlarla birlikte Selmân da yerini almış ve kazma işinde aktif olarak çalışıyordu. Resûlullah da elinde balyoz müslümanlarla birlikte çalışıyordu. Öyle bir yere gelindi ki, kaya bir türlü parçalanmak istemiyor, vurulan balyoz darbelerine karşı koyuyordu. Selmân son derece güçlü ve boyca bir hayli uzun olmasına rağmen bu kaya karşısında aciz kalmış; darbeleri para etmemişti. Bunun üzerine Allah Resûlü’ne giderek, hendeğin yerinin değiştirilmesini talep etti. Aksi takdirde bu inatçı kaya ile mücadele imkansızdı.

Resûlullah (s.a.v.), Selmân ile beraber kayanın bulunduğu yere geldi ve kayayı inceledi. Kaya hakikaten çetindi. Resûlullah (s.a.v.) balyozu istedi ve sahâbesinden balyo­zunu vuracağı yerden uzak durmalarını istedi. Allah Resûlü (s.a.v.) besmele çekip, iki mübarek eliyle balyozu sımsıkı kavradı ve var gücüyle kayaya indirdi.

Daha sonra Selmân, çıkan ateş parçasından Medine’nin aydınlandı­ğını gördüğünü söylemiştir.

Resûlullah (s.a.v.) tekbir getirerek şöyle seslendi: “Allahu ekber! İran’ın anahtarları bana verildi. Bana Hîre şehrinin köşkleri ve Kisra’nın Medain’i gösterildi . Ümmetim oraları fethedecektir.”

Sonra Allah Resûlü (s.a.v.) ikinci defa vurdu. Aydınlık tekrar ortalığı kapladı. Pey­gamber (s.a.v.) tekbir getirerek buyurdu: “Allahu ekber Bana Roma şehirlerinin anahtarları verildi. Kızıl köşkleri, sarayları bana göste­rildi. Ümmetim oraları da fethedecek­tir.”

Sonra Resûlullah (s.a.v.) üçüncü bir darbe daha indirdi kayaya. Bu darbeyle kaya tamamen parça­landı. Bu esnada Resûlullah (s.a.v.) kendi­sine Suriye ve San’a köşklerinin gösterildiğini ve diğer yeryüzü şehirleri­nin gönderlerinde de bir gün İslâm sancağının dalgalanaca­ğını bildirdi. Bunun üzerine müslümanlar büyük bir iman coşkusuyla şöyle ses­lendi­ler:

“Bu bize Allah ve Resûlü’nün bir vaadidir. Allah ve Resûlü doğru söylemişlerdir.”

Hendek kazılması görüşünü dile getiren ve geçen müjdelerin veril­mesine sebep olan ka­yayla karşılaşan Selmân, bütün bu müjdelerin ger­çek olduğuna, yaşayarak, gözleriyle görerek tanık oldu. Çünkü o, İran’ın ve diğer yerlerin fethinde bizzat bulun­du. Suriye, San’a, Mısır ve Irak sa­raylarını gördü. Bütün yeryüzünün, hidâyet ve hayır ışıklarını saçarak, yüksek minarelerden yayılan o mübarek sesle sarsıldığını gördü.

* * *

İşte o… Medain’deki evinin önünde oturmuş, etrafına toplanan­lara hakikat yolunda geçirdiği merhaleleri, çektiği çileleri anlatıyor. İranlılara, atalarının di­ninden Hıristiyanlığa ve daha sonra İslám’a nasıl geçtiğini anlatıyor.

Aklını ve ruhunu kurtaracak bir yol aramak için baba yurdundan gurbete atılışını...

Hakikati bulma yolunda, köle pazarında nasıl satıldığını...

Allah Resûlü (s.a.v.) ile nasıl karşılaştığını ve ona iman edişini anla­tıyor.

Haydi onun meclisine biz de sokulalım ve hikâyesini ondan dinleye­lim…

* * *

“Ben, İsfahan’ın “Cey” denilen köyündendim.

Babam köyün reisiydi.

Babamın en çok sevdiği kişiydim. Mecusilik dinini öğrenmek için çok çalıştım. Nihayet onların ateşgedesi oldum. Ateşin sönmemesi için onu sürekli gözetimde tutardık.

Babamın bir çiftliği vardı. Bir gün beni oraya gönderdi. Yolda Hıristi­yanların bir kilisesine uğradım. İbadetlerini işittim. Girdim ve ne yaptıkla­rına baktım. Gördüğüm ibadetleri hoşuma gitti. Kendi kendime: “Bu bizim din­imizden daha hayırlıdır.” dedim. Güneş batana kadar orada kal­dım. Ne babamın çiftliğine gittim ne de tekrar yanına döndüm. Niha­yet beni aramaya adam gönder­di.

Hıristiyanlara dinlerinin aslının nerede olduğunu sordum, bana: “Şam’dadır” dediler.

Döndüğümde babama şöyle dedim: “Kiliselerinde ibadet eden bir topluluğa rastladım. İbadetleri hoşuma gitti. Anladım ki, onların dini, bizimkinden daha ha­yırlı.”

Karşılıklı uzun süre konuştuk, tartıştık. Beni ikna edemeyince, aya­ğıma zincir vurdu ve beni hapsetti.

Hıristiyanlara, onların dinine girdiğime dair haber gönderdim ve şa­yet Şam’dan bir kafile gelirse, dönmeden önce bana haber vermelerini istedim. Çünkü o kafile ile birlikte Şam’a gitmek istiyordum. İsteğimi yerine getirdiler. Ben de ayağımdaki zinciri kırdım ve onlarla birlikte Şam’a gittim.

Şam’a vardığımda, oranın en bilgilisinin kim olduğunu sordum: “O kilisedeki piskopostur denildi.” Bunun üzerine ona gittim, olanları anlat­tım. Onun ya­nında kalmaya başladım. Hizmet ediyor, ibadetlerimi yapı­yor ve ilim öğreniyordum. Ama piskopos kötü bir adamdı. İnsanlar fa­kirlere dağıtsın diye topladıkları sadakayı kendisine getiriyorlar; fakat o bu sadakaları kendisi için depoluyordu.

Bir gün o öldü. Onun yerine başka birini geçirdiler. İçlerinde o adamdan daha dindarını görmedim. Her işinde Allah’a yönelen, âhireti arzulayan, dünya­ya karşı isteksiz, kendini ibadete vermiş biriydi.

Daha önce hiç kimseyi sevmediğim kadar onu sevdim. Fakat Allah-ın tak­diri gerçekleşip, ölüm ona da gelince şöyle dedim: “Gördüğün gibi takdir-i ilâhî gelmiş durumda. Bundan sonrası için bana ne emreder, ne tavsiye edersin?” Şöyle dedi: “Ey oğul! Musul’daki bir adam dışında be­nim yolumda ve bulunduğum hâl üzere olan birini tanımıyorum.”

O vefat edince Musul’daki rahibin yanına gittim. Durumu ona anlat­tım. Allah’ın kalmamı dilediği kadar bir zaman onun yanında kaldım. Derken ölüm ona da geldi. Ondan da bana tav­siyede bulunmasını iste­dim. O da Nusaybin’de yaşayan bir abidi bana tavsiye etti.

Ona gittim, durumu ona da izah ettim. Allah’ın dilediği kadar bir zaman onunla kal­dım. O da öteki dünyaya gitmek üzereydi ki, tavsiyede bulunmasını istedim. Bana Rum topraklarında bulunan Ammûriye şeh­rindeki bir adama katılmamı tavsiye etti. Ben de ona katılmak üzere yola koyuldum. Onunla birlikte yaşamaya başladım. Geçimim için sığır ve koyunlar edindim…

Ölüm ona da geldi. “Kime gitmemi tavsiye edersin?” dedim. “Ey oğul!” dedi. “Bu dinde bizim gidişatımızda olan kimseyi bilmiyorum. Bu yüzden kimseyi sana tavsiye edemem. Fakat İbrahim (a.s.)’ın dini üzere gönderilecek Peygamber’in gelme zamanı yaklaşmıştır. Karataşlı iki da­ğın arasında bulunan bir şehre hicret edecektir. Eğer ona ulaşmaya güç yeti­rebilirsen, durma git. Onun çok açık mucizeleri vardır. Asla sadaka kabul etmez; ama hediyeyi kabul eder. İki omuz kemiği arasında pey­gamberlik mührü vardır. Onu gör­düğün zaman tanırsın.”

Bir gün bir kervan geldi. Ülkelerini sordum. Anladım ki, onlar Arap yarı­madasından. Onlara: “Şu sığırlar ve koyunlar karşılığında ülkenize beni götürür müsünüz?” dedim. “Evet.” dediler. Onlarla birlikte yola ko­yuldum. Ama yolda bana zulmettiler ve beni bir Yahudi’ye köle diye sat­tılar. Yahudi’nin memleke­tine varınca, birçok hurma ağacı gördüm. Oranın bana anlatılan ve son Peygamber’in hicret edeceği yer olabilece­ğini düşündüm. Ama değildi. O Yahudi’nin yanında bir müddet kaldım. Bir gün Kurayza oğulları Yahudilerinden biri geldi ve beni satın aldı. Sonra da Medine’ye götürdü. Burasının bana anlatılan yer olduğuna kesin kanaat getirdim.

Kurayza oğulları yurdunda adamın hurma bahçesinde çalışmaya başladım. Sonunda Hz. Peygamber (s.a.v.), peygamber olarak gönderildi ve Medine’ye hicret etti. Kuba’da Amr b. Avf oğullarının evinde konakladı. O sırada ben hurmanın tepesinde, efendim olan kişi de altında oturu­yordu. Amcasının oğlu ona gelerek: “Şu Kayle oğullarını Allah kah­retsin! Kuba’da bir adamın etrafına üşüşmüşler. Mekke’den geliyormuş, pey­gamber olduğunu söylüyorlar!”

Allah’a yemin olsun ki, adam bunu der demez, beni bir heyecan sardı; aya­ğım kaydı, nerdeyse efendimin başına düşüyordum. Hızla aşağı indim. “Ne dedin? Ne dedin?” demeye başladım. Efendim elini kaldırdı ve çe­neme şiddetli bir yumruk indirdi. “Sana ne ondan! Sen işine bak!” dedi. İşime dön­düm. Akşam olduğunda yanıma biraz hurma aldım, çık­tım ve Kuba’da Allah Resûlü’ne (s.a.v.) geldim. Yanına girdiğimde orada sahâbeden bir grup vardı. ona (s.a.v.) şöyle dedim: “Siz ihtiyaç sahibi­sin, gurbettesin. Yanımda sadaka için ayırdığım biraz yiyecek var. Bulun­duğun yer bana haber verilince buna en layık olanın siz olduğunu dü­şündüm ve size getirdim.”

Yanına koyduğumda, ashabına “Allah’ın ismini anarak yiyiniz!” bu­yurdu. Ama o elini hiç uzatmadı. İçimden “Vallahi, işte birinci peygam­berlik işareti… O sadaka yemiyor.” dedim.

Sonra eve döndüm. Sabahleyin ona biraz yiyecek daha götürdüm:

“Görüyorum ki, sadaka yemiyorsunuz. O zaman şu yanımdaki şeyi size hediye etmek istiyorum.” dedim ve önüne koydum. Ashabına: “Al­lah’ın ismini anarak yiyin!” dedi ve kendisi de onlarla beraber yedi. Kendi kendime “İşte vallahi bu ikincisi… Hediye yiyor.” dedim.

Allah’ın dilediği kadar bekledim. Sonra tekrar yanına gittim. Onu bir cenazeyi uğurlarken buldum. Üzerinde ince kadifeden bir elbise vardı. Selâm verdim; sırtının en yüksek yerini görmek için uzandım. Ne yapmak istediğimi anladı. Bürdesini hafif kaldırdı. Peygamberlik alâmeti iki omzu arasından göründü. Tıpkı rahibin bana anlattığı gibiydi.

Tuttum, öptüm ve ağladım. Sonra Allah Resûlü (s.a.v.) beni çağırdı. Önünde diz çöktüm, şimdi size anlattığım gibi başımdan geçenleri ona anlattım. Sonra müslüman ol­dum. Köle olmam, Bedir ve Uhud’a katıl­mama engel oldu.

Bir gün Resûlullah (s.a.v.): “Efendinle anlaşma yap da seni azad et­sin.” buyurdu. Ben de anlaşma yaptım. Sahâbîlere bana yardım etmeleri için emretti. Allah Teâlâ bana hürriyeti nasip etti. Artık hür bir müslümandım. Hendek Savaşı’nda ve diğer savaşlarda bulundum.”

İşte bu şekilde Selmân-i Farisî hayat hikâyesini, hak dini araştırmada başından geçenleri anlattı. Rabbine ulaştı ve tarihte bir iz bıraktı...

Ne ulu insandır bu?!...

Ne yüce duygulardır ki bunlar, onu dünyevî zevklerden koparıp, be­laların, meşak­katlerin içine sürüklüyor?..

Hakk’a nasıl bir yöneliş, nasıl bir Hak dostluğudur ki bu, baba yur­dundan, çiftliklerinden, nimetlerinden sahibini çıkarıyor, bilinmez bir meçhule doğru sürüklüyor? Bir ülkeden diğerine, bir şehirden başkasına sürüklenerek... İnsanları, dinlerini, mezheplerini yaşantılarını gözlemleyip araştırarak... Köle olarak satılıncaya kadar Hak peşinde bu ıs­rarlı yolcu­luğunu, bitmek bilmez azmini sürdürüyor… Allah Teâla onun sevabını tam olarak veriyor, Hak ile bütünleştiriyor, Resûlü’ne (s.a.v.) erdiriyor, uzun ömrü içinde yeryüzünün birçok şehrinde İslâm sancağının dalgala­nışına tanık yapıyor. Müslü­manların bu şehirleri hidâyet, adalet ve mede­niyetle baştan başa donatışlarını gösteriyor.

* * *

Gayreti ve sadakati böyle olan bir adamın müslümanlığının daha başka nasıl olmasını bekleyebiliriz? Müttaki iyi kimselerin İslâm’ı idi, onun müslümanlığı. Zühdü, zekası ve takvasıyla insanlar içinde Hz. Ömer’e en çok benzeyendi.

Günlerce Ebü’d-Derdâ ile bir evde beraber kaldılar. Ebü’d-Derdâ ge­celeri ibâ­det ediyor, gündüzlerini ise oruçla geçiriyordu. Selmân onun bu şekilde ibadette aşırıya gitmesini tenkit ediyordu. Bir gün onu bu kara­rından vazgeçir­meye çalıştı. Çünkü yaptığı ibadet nihayetinde nafile bir ibadet idi. Ebü’d-Derdâ onu kınayarak: “Beni Allah için oruç tutmak ve namaz kılmaktan alıkoymak mı istiyorsun?” dedi. Ce­vaben Selmân: “Gözlerinin ve ev halkının senin üzerinde hakkı vardır. Oruç tutmadığın günler olsun, bazen namaz kıl ve bazen uyu.” dedi. Bu durum Allah Re­sûlü’ne (s.a.v.) iletildiğinde şöyle buyurdu: “Selmân ilimle yoğrulmuş­tur.” Allah Resûlü (s.a.v.) onun zekasının ve ilminin çoklu­ğundan övgüyle bahsediyordu. Aynı şekilde ahlâkını ve dinini de çok beğeni­yordu.

Hendek gününde ensâr “Selmân bizdendir!” diyor; muhacirler de “Hayır Selmân bizdendir!” diyerek buna karşı çıkıyorlardı. Allah Resûlü (s.a.v.) sesini yükselterek: “Selmân biz­den, ehlibeyttendir!” buyurdu. Selmân gerçekten bu şerefe lâyıktı…

Ali b. Ebû Tâlib ona “Lokman-ı Hakim” lakabını takmıştı. Selmân öldük­ten sonra Hz. Ali’ye onu niçin böyle isimlendirdiğini sordu­lar: “O bizden, ehlibeyttendir. Lokman gibi sizde kim var? İlk ilim ve son ilim ona verilmiştir. İlk kitabı ve son kitabı o okumuştur. O, bitmeyen bir deryadır.”

Sahâbe içinde yüce bir makama ve onurlu bir yere sahipti. Hz. Ömer’in hi­lafetinde bir gün Medine’ye ziyarete gelmişti. Hz. Ömer bir başkasına yapmadığı bir muameleyi yaptı ona. Bütün ashabı topladı şöyle dedi: “Haydi, hep beraber Selmân’ı karşılayalım.” Medine kenarında Selmân’ı karşılamaya çıktılar. Selmân, Allah Resûlü (s.a.v.) ile karşılaştı ve ona iman ettiği günden itibaren, hür bir mü’min mücahit ve abid bir kimse olarak onunla birlikte yaşadı. Aynı şekilde Halife Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r.anhum) ile de birlikte yaşamış, Hz. Osman’ın hi­lafeti döne­minde âhirete göç etmişti.

O senelerin çoğunda, İslâm bayrağı yeryüzü ufuklarında dalgalan­mış, ganimet ve cizyeden elde edilen hazineler yığın yığın Medine’ye ak­mış, düzenli gelir ve maaşlar hâlinde insanlara dağıtılmıştı.

Neredeydi Selmân böyle bir bolluk esnasında? Biz bu servet, bu re­fah ve bu rahatlık günlerinde onu nerede bulabiliriz?

* * *

Gözünüzü iyice açın!..

Şu gölgelikte oturan heybetli ihtiyarı görüyor musunuz? Elindeki hurma yaprağını iyice bükerek ip ve sepet yapmaya çalışan ihtiyarı...

İşte o Selmân’dır!..

Ona iyi bakın…

Kısalmış elbisesine iyice bakın!.. Öyle kısalmış ki, dizleri görüle­cek…

O bu sade yaşantısına rağmen…

O, bol bol infak ederdi. Yılda dört bin - altı bin dirhem arasında ge­liri olurdu. Bunun tümünü dağıtır, sadece bir dirhem bırakırdı. O bu ko­nuda şöyle der: “Bir dirhem ile hurma yaprağı alırım. Ondan imalât ya­parım. Ürettiğimi üç dirheme satarım. Bir dirhemi ile tekrar hurma yap­rağı satın alırım. Kalan bir dirhemi aileme harcarım, bir dirhemi de sa­daka olarak veririm. Eğer Ömer b. Hattâb, beni bundan alıkoymasaydı, hepsini infak ederdim.”

* * *

Sonra ne, ey Muhammed’e uyanlar??..

Sonra ne, ey bütün zaman ve mekanların şerefli insanları!

Biz, Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ebû Zer gibi bazı sahabîlerin darlık içinde ya­şadıklarını ve takvalarını duyunca zannederiz ki, bu, Arap yarı­madasının tabii yaşantı şeklidir.

Şimdi ise İranlı bir zatın huzurundayız. Bolluk, refah ve medeniyet diyarı... O fakir değildi; aksine insanların en seçkinlerinden idi. Niçin malı, mülkü, serveti terk etti de el emeği ile kazandığı bir dirhem ile gü­nünü idare etmeye çalıştı?

Niçin emirliği reddediyor, ondan kaçıyor ve şöyle diyordu: “İki kişiye reis olmakla toprak yemek arasında kalırsan, toprağı ye.”

Niçin reis olmaktan ve bir yere tayin olunmaktan kaçıyordu? Ancak bir seriyenin içinde cihada gitme durumunda kalırsa iş değişiyordu. Ama bir yere vali olmaktan korkuyor, bunu kendine yakıştıramıyordu.

Sonra kendisine yüklenilen reislikten, yöneticilikten helal olarak ve­rilen maaşı al­maktan neden kaçınmıştı? Hişam b. Hassan, Hasan’dan naklen şöyle der: “Selmân’ın maaşı beş bin dirhemdi. Üç bin kişiye emir tayin edilmişti. Ama o yarısını ya­tak, yansını da elbise olarak kullandığı bir aba ile hutbe okurdu. Maaşı veril­diğinde, almazdı. Sadece eliyle ka­zandığından yerdi.”

Niçin bütün bunları yapardı? Niçin dünyadan el-etek çekmişti? Hal­buki o, bol nimet içinde yetişmişti.

Cevabı kendisinden alalım. O ölüm yatağında, ruhu Rabbine ka­vuşmaya hazır iken Sa’d b. Ebû Vakkâs onu ziyaret etti. Selmân, hüngür hüngür ağlıyordu.

Sa’d: “Seni ağlatan nedir ey Ebû Abdullah? Allah’ın Resûlü (s.a.v.) senden razı ola­rak vefat etmiştir.” dedi.

Selmân: “Vallahi, ölümden korktuğumdan veya dünyaya olan bağ­lı­lığımdan ağlamıyorum. Resûlullah (s.a.v.) bizden söz almıştı ve demişti ki: “Sizin dün­yadan olan nasibiniz, yolcunun azığı kadar olsun”. Şimdi ise görüyorsun etra­fımda bir sürü karartı var.”

O karartıyla eşyayı kastediyordu. Sa’d diyor ki: “Baktım, etrafında temiz bir tabaktan başka bir şey yoktu. Ona: “Ey Ebû Abdullah, bize tav­siyede bulun!” dedim.”

“Ey Sa’d!” dedi, “Bir işe kalkıştığında, bir hüküm vermek duru­munda kaldığında veya yemin ettiğinde Allah’ı hatırla!..”

Dünyadan işte böyle bir anlayışla aldığı bir malı, makamı ve şanı vardı. Resûlullah’ın (s.a.v.) ona ve bütün ashâbından aldığı söz şuydu: “Dünyalık mal, mülk edinme­yecekler ve dünyadan ancak bir yolcunun azığı kadar bir şeye sahip olacaklar”

Selmân verdiği sözü tutmuştu. Bununla birlikte ruhunun ebedî yol­culuğa çıkaca­ğını anlayınca, korkudan gözleri yaşla dolmuştu. Halbuki yegane malı mülkü, yemek yediği bir tek kaptı. O kapda hem su içiyor, hem abdest alıyordu. Bununla birlikte yine de korkuyordu.

Demedim mi size, o, insanlar içinde Hz. Ömer’e en çok benzeyendir diye?

Medain’e vali tayin edildiği ve orada valilik yaptığı günlerde bile ya­şantısında hiçbir şey değişmedi. Valilikten tek bir dirhem bile almadı. Yine hurma dalların­dan imal ettiği şeylerle geçimini temin etti. Elbisesi, sadece eski mütevazı bir abadan ibaretti.

Bir gün Şam’dan incir ve hurma yükü getiren bir adam yolda Selmân’a rast­ladı. Adam baktı ki, gelen fakir, aşağı tabakadan bir kimse. Yükü ona taşıtabileceğini ve karşılığında para verebileceğini düşündü. Selmân’a işaret etti. O da adama yö­neldi. Adam: “Şu yükü taşır mısın? dedi. Selmân yükleri yüklendi ve birlikte yü­rüdüler.

Yolda giderlerken bir topluluğa rastladılar ve selâm verdiler. Onlar da: “Selâm valiye olsun” diye cevap verdiler.

Şamlı adam “Selâm valiye olsun…? Hangi valiye?” diye içinden geçiri­yordu. Birtakım insanlar, koşarak gelip, “Yükünü alalım ey valimiz!” de­diklerinde adamın şaşkınlığı had safhaya varmıştı.

Şamlı anladı ki, bu adam Medain valisi Selmân-i Farisî’den başkası değildir. Hemen ellerine sa­rıldı, bin bir özür ve af diledi. Yükü indirmek için atıldı. Ama Selmân başını sallayarak “Hayır, ta ki evine kadar ulaştı­racağım.” diye adamı geri çevirdi.

Bir gün soruldu: “Sana valiliği kötü, çirkin gösteren nedir?”

Cevap verdi: “Başlangıcının tatlı, ayrılmanın acı olması.”

Arkadaşı bir gün evine geldi. Bir de ne görsün?.. Selmân hamur yo­ğuruyor. “Hizmetçin nerde?” diye sordu. “Onu bir iş için göndermiştim. İki işi birden yapmasını uygun bulmadım.” diye cevap verdi:

Ev dediysek de hatırlayalım: Bu nasıl bir evdi?.. Selmân bir ev yap­tırmaya karar verince, bir ustaya sordu: “Nasıl bir ev yapacaksın?” Usta zeki biri olduğundan Selmân’ın takva ve zühdünü biliyordu, şöyle dedi: “Endişelenme!... Sıcağa karşı gölgelik, soğuğa karşı sığınak, dik durunca kafanın değeceği, uzanınca ayaklarının dokunacağı bir ev olacak.”

Selmân: “Tamam, bu şekilde yap.” dedi.

* * *

Selmân’ın kendisine yöneleceği, bağlanacağı dünya hayatının bir güzelliği yoktu. O sadece hanımından, uzak güvenilir bir yerde gizleme­sini istediği bir şeyi vardı. Ölüm hastalığına yakalandığı, öldüğü günün sabahında hanımına: “Gizlemeni istediğim keseyi getir!” dedi. Hanımı hemen onu getirdi.

Bu, içinde misk kokusu bulunan bir kese idi. Celvelâ şehrinin fet­hinde eline geçmiş ve öleceği gün sürünmek üzere saklamıştı.

Hanımından bir bardak su istedi, sonra elindeki miski sulandırarak eritti ve: “Bunu etrafıma dök. Çünkü buraya birtakım kullar gelecek ki, onlar yemek yemezler; sadece güzel kokudan hoşlanırlar.” dedi.

Kadın bunu yapınca, ona kapıyı üzerine kapayıp, biraz dışarı çıkma­sını söyledi. Kadın çıktı. Biraz sonra döndüğünde mübarek ruhunun dünyadan ayrılmış olduğunu gördü. O mele-i alâya katılmıştı. Allah Re­sûlü (s.a.v.), arkadaşları Hz. Ebû Bekir, Ömer ve diğer şehidlerle buluş­muştu.

Hiç yorum yok: