29 Kasım 2008 Cumartesi

BEBEK YELEK


DERYA BAYKALIN PROĞRAMINDAN ALINTI

NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

BEBEK YELEK


NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

BEBEK YELEK


NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

28 Kasım 2008 Cuma

KARGA


80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen -45 yaşında ve saygın bir işi olan- oğlu salonda oturuyorlardı.
Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sahbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu.
Yaşlı baba kargaya gülümserek biraz baktıktan sonra oğluna sordu:
Bu ne oğlum?
Oğlu şaşkın, cevapladı: o bir karga baba.
Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu:
Bu ne oğlum?
Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: Baba, o bir karga
Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu.
Yaşlı baba üçüncü defa sordu: Bu ne?
Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü:
O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun.
Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti:
Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?
Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi.
Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim.
Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu.
ALINTI

25 Kasım 2008 Salı

Ceviz yemek için 9 önemli sebep



Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi (KSÜ) Ziraat Fakültesi'den iki öğretim üyesinin birlikte hazırladığı rapor, cevizin nimetlerini 9 madde özetliyor:
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi (KSÜ) Ziraat Fakültesi öğretim üyeleri Yard. Doç. Dr. Mehmet Sütyemez ve Yard. Doç. Dr. Muharrem Ergun'un hazırladığı raporda, cevizin insan sağlığına faydaları anlatıldı. Çalışmaya göre ceviz yemek için 9 sebep şöyle sıralandı:
1. Cevizdeki yüksek orandaki omega-3 yağ asitleri kalp hastalıklarını, inmeyi, diyabeti, yüksek kan basıncını ve klinik depresyonu azaltıyor. Ceviz tüketimi kandaki kolesterol seviyesini düşürüyor, kalp atışlarında düzensizliği önlüyor.
2. Ceviz kanserden korunma sağlıyor, bağışıklık sistemini güçlendiriyor.
3. Ceviz, damarlarda daha az pıhtılaşma özelliği olan kan tipinin üretimine ve iyi kolesterol oranının kötü kolesterol oranına göre artmasına yardım ediyor.
4. Cevizdeki L-Arginin kan damarlarının iç tarafının pürüzsüz ve düzgün olmasını sağlayarak kan-damar sisteminin rahatlamasını sağlıyor. Cevizdeki yağ asitlerinin kalp hastalıklarını önleme etkileri var.
5. Ceviz, kavrama ve anlamayı geliştiriyor. Asya'da ceviz hâlâ beyin gıdası olarak kabul ediliyor, bu ülkelerde öğrenciler, sınavlardan önce ceviz yiyerek notlarını yükseltebileceklerine inanıyor.
6. Omega-3 yağ oranı düşük çocuklarda daha yüksek hiperaktif olma özelliği, daha fazla öğrenim ve davranış bozuklukları, daha fazla huysuzluk ve uyku düzensizlikleri gözlemleniyor. Ceviz, bu sorunları önleyen omega-3 bakımından çok zengin.
7. Safra taşı oluşumunun önüne geçiyor.
8. Cevizdeki melatonin, beyin bezesi tarafından salgılanan melatoninin insan vücudunun kullanıma hazır formunu içeriyor. Melatonin, gece çalışan, zaman farkından uyku düzensizliği çeken kişilerde uyuma rahatsızlıklarını ortadan kaldırabiliyor.
9. Cevizin, antioksidan özelliği dolayısıyla kardiyovasküler ve sinir sistemine zarar veren parkinson ve alzheimer gibi hastalıkların gelişimini erteleyebiliyor. Ceviz, manganez ve bakır içeriyor.
BU ARADA MEMLEKETİMİN CEVİZİ ÜNLÜDÜR.SÖYLEMEDEN GEÇMEYEYİM DEDİM....

Yuucel_19

BEBEK YELEK


NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI


NETTEN ALINTI

BEBEK YELEK


NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

BEBEK YELEK


NETTEN ALINTI


NETTEN ALINTI

19 Kasım 2008 Çarşamba

BECERİKSİZLİĞE DAİR


sen,
galata köprüsünde zevk için
balık tutan insanlar gibi
köprünün altından geçen
kocaman balıkları
görmezden geliyorsun.
ben ise,
senin oltandaki her yeme hazır
tarafından tutulacağım
günü bekliyorum.
belli ki,
ne sen iyi bir balıkçısın
ne de ben iyi bir balık...
İlhan Doğan Temmuz/99 İstanbul

14 Kasım 2008 Cuma

KARINCALAR VE BALIKLAR...


Afrika’nın uçsuz bucaksız topraklarında ilkbahar yağışlarıyla oluşup yaz sıcağında yok olan geçici göller vardır.
İşte bu göllerin oluşumuna tanık olan yerlilerin bir sözü:
“Sular yükselince balıklar karıncaları yer, sular çekilince de karıncalar balıkları...”
Yani üstünlük bugün karıncadaysa yarın balığa geçebiliyor, yada tam tersi.
Karınca yâda balık olmanın sağladığı üstünlüğe sevinmek kendimizi kandırmaktan öte bir anlam taşımıyor, çünkü kimim kimi yiyeceğini gerçekte suyun hareketi belirliyor.

AMATÖR BALIKÇI...



Tıp fakültesinde profesör, yeni doğan bebekler bölümünü ziyarete giderken yanına öğrencilerini de almıştı.
İçeri girdiklerinde hemşirenin kucağında yeni doğmuş bir bebek gördüler. Profesör öğrencilerine sordu:
“Bir bakışta bu bebeğin kilosunu söyleyebilir misiniz?”
Öğrencilerin biri dışında tümü, “Şu kadar kiloyla şu kadar kilo arasında olabilir” biçiminde yuvarlak yanıtlar verdi. O öğrenci ise yalnızca bir rakam söyledi:
“Üç kilo sekiz yüz gram olabilir.”
Hemşire bebeği tarttı ve gerçekten de üç kilo sekiz yüz gram geldi.
Profesör, öğrencisinin bu kesin yanıtı karşısında gururlandı:
“Söyle bakalım, nasıl bilebildin bunu?”
Öğrenci saf saf yanıtladı:
“Amatör balıkçıyım, hocam...”

ADIN DEFTERE GEÇTİ!..


Dilimizde, hak etmediği halde bir makamın yetkilerini kullanarak üst perdeden konuşan yahut önemsiz bir başarısı üzerine "bir yumurta bin bir gıdgıdak" ortalığı velveleye verenler hakkında söylenen bir deyim vardır: Anır eşeğim anır, adın deftere geçti. Deyimin ilginç bir hikâyesi var. Osman Çizmeciler'in Ünlü Deyimler ve Öyküleri (İstanbul 1989) adlı çalışmasından naklen (s. 20) anlatalım:

Tarihimizdeki ilk istatistik Tanzimat yıllarında yapılmış. Ancak o yıllarda, sayımın ve sayılmanın faydasını anlamayan insanlara istatistiği izah etmek çok zor olduğundan, yetkililer düşünüp taşınmışlar ve yumuşak geçiş için öncelikle köylerde bir hayvan sayımı yapmayı uygun bulmuşlar.

Köylünün biri, sayım bittikten, memurlar gittikten sonra ahırdaki eşeğinin durmadan anırdığını görmüş. Adam sabahtan beri bir işe yaramadan yalnızca semiren eşeğine bakmış, bakmış ve sayım sebebiyle yapamadığı işlerinin, boşa geçen gününün acısıyla çıkışmış:

— Anır eşeğim anır... Adın deftere geçti!..

ABDULLAHb. ÖMER (RA)



Müdavim ve Tövbekâr
Uzun ömrünün sonuna doğru şöyle anlatıyordu:
“Resûlullah (s.a.v.) ile anlaştık. Şu güne kadar ne anlaşmamızı bozdum ne de değiştirdim. Hiçbir fitneci ile anlaşmadım. Bir mü’mini de uykusunda rahatsız etmedim.”
Bu sözler seksen sene yaşamış, salih bir kimsenin hayatının güvenilir bir özetidir. Daha on üç yaşındayken Allah Resûlü (s.a.v.) ile birlikte olmuştur. Babası onu Bedir Savaşı’na götürmek istedi; ancak Resûlullah (s.a.v.) yaşının küçüklüğü nedeniyle kabul etmedi.
Bundan önce de babası onu Medine’ye hicretinde yanına arkadaş olarak almıştı. Böylelikle çocukluktan erkekliğe ilk geçiş döneminde Allah Resûlü’ne ulaşmış, İslâm ile tanışmıştı.
O günden bugüne yani Allah’ın kendisine verdiği seksen yıllık uzun ömrünün sonuna kadar Allah Resûlü’ne verdiği sözden yaptığı anlaşmadan kıl kadar sapmadığını görüyoruz.
Birçok meziyetlere de sahipti Abdullah b. Ömer. İlmi, tevazusu, istikameti, cömertliği, takvası, ibadette devamlılığı, doğruluğu bunlardan bazılarıydı.
Bütün bu meziyetlerle İbn Ömer âdeta boyanmış, şahsiyet kazanmış, hayatını biçimlendirmişti.
Babasından birçok iyi şey öğrendi. Babası ile birlikte Resûlullah'tan iyilik, güzellik ve yüceliklerin tamamını öğrendi.
Babası gibi Allah’a ve Resûlü’ne olan imanını en güzel kıvamda yaptı. Öyle ki âdeta yaşantısında Allah Resûlü’nün adımlarını takip ederdi.
Allah Resûlü (s.a.v.) bir işi nasıl yapıyor, bakar ve onu dikkatli gözler, muhafaza ederdi. Örneğin: Allah Resûlü (s.a.v.) bir yerde namaz mı kıldı? Aynı yerde İbn Ömer de kılardı.
Resûlullah (s.a.v.) bir yerde durup dua mı etti, o da orada durur, dua ederdi.
Allah Resûlü (s.a.v.) bir yerde devesinden inmiş ve iki rekat namaz kılmıştı. İbn Ömer de oraya her geldiğinde devesinden iner ve iki rekat namaz kılardı.
Allah Resûlü (s.a.v.) Mekke’de bir yerde devesini döndürmüş, sonra inerek, iki rekat namaz kılmıştı. Abdullah o yere her geldiğinde devesini döndürür, çöktürür, sonra da iki rekat namaz kılardı. Tıpkı Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yaptığı gibi...
İbn Ömer, Resûlullah’a olan bağlılığında son derece ileriydi. Hatta mü’minlerin annesi Hz. Aişe şöyle demişti: “İbn Ömer gibi, Allah Resûlü’nü konakladığı yerlerde takip eden kimse yoktur.”
Uzun ömrü işte bu minval üzere geçti. Öyle ki, bir zaman sonra müslümanlardan bir salih kişi şöyle dua ediyordu: “Allah’ım, Abdullah b. Ömer’i ben yaşadığım sürece yaşat da ona tâbi olayım. Çünkü Resûlullah’ın (s.a.v.) sünnetine ondan daha bağlı birini bilmiyorum.”
* * *
Bu derece sağlam araştırıcılığı, sünnete bağlılığı nedeniyle İbn Ömer, harfiyen hatırlamadığı hiçbir hadisi rivayet etmemiştir.
Aynı asırda yaşayanlar şöyle demiştir: “Bir hadise ilave yapmak ya da onu eksiltmekten Abdullah b. Ömer’den daha fazla korkan, kaçınan başka bir sahabî yoktur.”
Fetvalarında da aynı titizliğe sahipti.
Nitekim bir gün birisi ona bir mesele hakkında fetva sormak için gelmişti. Adamı dinleyince: “Bu konuda bir şey bilmiyorum.” demiştir. Adam da yoluna gitmiştir. Adam daha birkaç adım uzaklaşmıştı ki, İbn Ömer sevincinden elini birbirine vurmuş ve:
“İbn Ömer’e bilmediği bir şey soruldu, o da “bilmiyorum” dedi!” demiştir içinden.
Bir içtihatta bulunup da hata etmekten çok korkuyordu. Halbuki o biliyordu ki içtihatta hata eden bir sevap, doğruyu bulan iki sevap alırdı. Ancak takvası, onun fetva verme cesaretini yok ediyordu.
Aynı şekilde kadı olarak tayin edilmekten de kaçınmıştır. Halbuki kadılık makamı, devletin ve toplumun en yüksek makamı idi. Onu elde edenler hem çok servet, hem de yüksek bir statü edinirdi.
Abdullah b. Ömer’in servete, makama, taltife ihtiyacı yoktu. Halife Osman (r.a.) bir gün onu çağırdı, kadılık yapmasını istedi. O özür beyan etti. Hz. Osman ısrar edince özrünü yineledi. Hz. Osman’ın: “Bana karşı mı geliyorsun?” diye sorması üzerine İbn Ömer cevap verdi:
“Asla! Bildiğim kadarıyla kadılar üç çeşittir:
Cehaletle hüküm veren. Bu cehennemdedir.
Canının istediği gibi hüküm veren. Bu da cehennemdedir.
İçtihat eden ve isabet eden. Bu ona yeter, ne günah kazanır ve ne de sevap alır.
Bu konuda affımı diliyorum.”
Hz. Osman, bu sözlerini başkalarına aktarmaması kaydıyla İbn Ömer’i affetti.
Bu durum, Hz. Osman’ın cemiyette İbn Ömer’i iyi bildiğini gösteriyor.
Şayet İbn Ömer’in bu söylediklerini diğer salih kimseler de duyacak olurlarsa, Hz. Osman muttaki bir kadı bulmakta bir hayli zorlanabilirdi.
Bütün bunlar İbn Ömer’e olumsuz bir görüntü veriyordu. Halbuki durum böyle değildi. Abdullah b. Ömer kadılıktan kaçınmıyor, kendisinin buna uygun olmadığını düşünüyordu. Şu da var ki, Resûlullah’ın (s.a.v.) sahâbesinden birçok salih kimse var ve bunlar bilfiil kaza ve fetva işiyle meşgul olmaktalar zaten.
İbn Ömer ne kaza makamının dondurulmasından, ne uygun olmayan kimselerin ellerine verilmesinden yanaydı. Ancak kendisi bu makamdan uzak durmak istiyordu... Böylelikle ibadetle meşgul olmak istiyor.
Nitekim bu dönemde birçok yerler fethedilmiş, servet oldukça artmış, makam ve mevki çoğalmıştı. Bu durum bazı mü’minlerin kalplerinin eğrilmesine ve bazı sapmalara neden oluyordu. İbn Ömer gibi bazı sahabîler bu yanlışlıklara karşı çıkmış, iyilik ve güzellikte örneklik rolü oynamışlardır... Böylelikle toplum içinde bir ölçüde olsun fitnenin beli kırılmış oluyordu.
* * *
İbn Ömer sanki geceye kardeşti. Âdeta bütün geceyi namazla geçirirdi. Gündüzün de dostuydu, istiğfar ve ağlamakla geçirirdi.
Gençliğinde bir rüya gördü. Allah Resûlü (s.a.v.) onu yorumladı. Bizzat o, rüyasını şöyle anlatır: “Resûlullah’ın zamanında (rüyamda) elimde kalın bir kumaş parçası gördüm. İstiyordum ki, o beni uçursun, cennete götürsün. O sırada iki adamın geldiklerini gördüm. Beni cehenneme götürmek istiyorlardı. Bir melek onları karşıladı ve “Onu korkutmayın!” dedi. Onlar da beni bıraktılar.
Rüyamı kız kardeşim Hafsa Resûlullah’a (s.a.v.) anlattı. O da: “Abdullah ne güzel adam! Geceleri namaz kılsa ve bu namazı çoğaltsa…” buyurdu.”
O günden sonra ölünceye kadar gece ibadetini yolculukta olsun, mukim iken olsun, asla terk etmedi.
Namaz kılıyor, Kur’ân okuyor, Rabbini bol bol anıyordu. Babasına çok benziyordu. Sakındırma âyetlerini okuyunca, gözlerinden yaşlar bo¬şalıyordu.
Ubeyd b. Ümeyr şöyle der:
“Bir gün ona:
“Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman durumları nasıl olacak?
Küfür yoluna sapıp, Peygamberi dinlemeyenler, o gün yerin dibine batırılmayı temenni ederler ve Allah’tan hiçbir haberi gizleyemezler.” (Nisa, 4l-42)
âyetlerini okuyunca o kadar çok ağladı ki, sakalları göz yaşlarından ıslandı.”
Bir gün din kardeşleri arasına oturdu ve şu ayetleri okudu:
“İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun! Onlar düşünmezler mi ki, kendileri büyük bir günde hesap vermek için diriltilecekler. Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin Rabbi huzurunda divan duracaklar.” (Mutaffifin, l-6)
Sonra âyeti tekrar okudu, göz yaşları yağmur gibi iniyordu. Hatta coşku ve ağlamasından yığıldı kaldı.
Cömertliği, zühdü ve takvası, kendinden ayrılmaz üçlü ittifaktı sanki. Bütün bu faziletler onda aynı anda toplanmıştı. Verdiğinde bol bol verirdi, çünkü hayatının yarısında güvenilir bir tüccardı. BeytüI-maldan da baba geliri vardı. Ancak o hiçbir zaman mal biriktirmeye yönelmedi. Eline geçeni bol bol fakirlere, muhtaçlara ve isteyenlere dağıttı.
Eyyûb b. Vâil er-Rasıbî onun cömertliği hususunda şunu nakleder:
“Bir gün duydum ki, İbn Ömer’e dört bin dirhem ve bir top kadife kumaş gelmiş. İkinci gün onu veresiye olarak bineğine yem alırken gördüm. Hemen evine gittim ve evdekilere: “Dün İbn Ömer’e dört bin dirhem ve kadife kumaş gelmedi mi?” diye sordum. Onlar “Evet” dediler. “Ama ben onu çarşıda bineğine yem alırken gördüm, ücretini ödeyemedi.” dedim. Bunun üzerine şöyle dediler: “Dün o, evde durmadı, gitti. O dört bin dirhemin tamamını dağıttı. Sonra kadifeyi sırtladı, götürdü. Eve döndüğünde o da yoktu. Sorduğumuzda onu bir fakire verdiğini söyledi.”
İbn Vâil ellerini vurarak çıktı, çarşıya geldi, yüksek bir yere çıkıp insanlara seslendi: “Ey çarşı esnafı! Dünyada ne yapıyorsunuz? İbn Ömer, kendisine gelen dört bin dirhemi dağıtmış, şimdi bineğine veresiye yem alıyor.”
Hocası Muhammed (s.a.v.), babası Ömer (r.a.) olan biri işte böyle yüce ve erişilmez olur. Kendinde bulunan cömertlik, zühd ve takva gibi üç özellik, İbn Ömer’in iyi bir öğrenci ve iyi bir evlat olduğunu anlatmaya yeterdi.
Allah Resûlü’ne (s.a.v.) böyle tâbi olan biri hakkında uzun uzun düşünmek gereksizdir. Bu o kişidir ki, Resûlullah (s.a.v.) devesini nerede durdurmuşsa, o da orada durduruyordu.
İyilikte, vakarda ise, babasını örnek almış, kendisi de örnek bir şahsiyet olmuştur. Böyle bir Peygamber ve böyle bir babanın yanında yetişen biri için fazla söz gereksizdir.
Yığın yığın mal geliyor; ama elinden hızla akıp gidiyor, bir yandan öbür yana naklolunuyordu. Cömertliği onu ne kibir ve gurura sürüklemiş, ne de övülen bir kimse olmaya...
O bütün malını muhtaç ve fakirlere tahsis etmişti. Öyle ki, tek başına yemek yeme durumunda kaldığında yanında yetimlerden veya fakirlerden birinin olmasını isterdi. Zenginlere düğün yemeği veren bir çocuğunu kınamış ve ona: “Tokları çağırıp açları bırakıyor musunuz?!” demiştir.
Fakirler, onun bu hâlini bildikleri için geçeceği yollara öbek öbek dizilirlerdi ki, onları görsün, alsın, evine götürsün ve karınlarını doyursun.
* * *
Onun elinde mal, efendi değil, hizmetçi idi. Hayatın asgari ihtiyaçları için bir araçtı, lüks değildi.
Mal, sadece onun değildi. Onda fakirlerin de hakkı vardı. Onun cömertliğini zühdü desteklemişti. Öyle bir zühd ki, dünya için çalışmıyor, dünyanın peşinden gitmiyor, ondan bir şey ummuyor, istediği ancak “vücudunu örtecek kadar elbise, ayakta kalacak kadar yiyecektir.”
Eski dostlarından biri ona Horasan’dan bir elbise getirdi, hediye etti ve şöyle dedi: “Bu elbiseyi sana Horasan’dan getirdim. Güle güle giy. Üzerindeki eskimiş, yıpranmış elbiseyi çıkar da bu güzel elbiseyi giy.” Bunun üzerine İbn Ömer: “Getir bakalım!” dedi ve elbiseye dokundu:
“Bu ipek midir?” diye sordu. Arkadaşı: “Hayır yündür.” dedi. Bir müddet duraklayan İbn Ömer elbiseyi iade etti ve: “Hayır. Ben nefsime güvenemiyorum. Nefsimin beni, gurur ve kibirli yapmasından korkuyorum. Allah gururlananları sevmez.” dedi.
Yine bir arkadaşı bir gün ona içinde ilaç bulunan bir kap hediye etti. İbn Ömer:
“Bu nedir?” dedi. Arkadaşı: “Önemli bir ilaç. Onu Irak’tan getirdim.” dedi. İbn Ömer: “Bu ilacın özelliği nedir?” dedi.
Arkadaşı: “Hazmı kolaylaştırır.” cevabını verdi.
İbn Ömer tebessüm etti ve şöyle dedi: “Hazmı kolaylaştırırmış?! Ben kırk yıldır hiç doyasıya yemek yemedim ki!”
İşte bu adam kırk yıldır hiç doyasıya yemek yemedi. Öylesine aç kalmış değil. Aksine açlığı zühd ve takvasından, daha da önemlisi Resûlullah’ın ve babası Hz. Ömer’in yoluna ittiba ettiğindendi…
Kıyamet günü şöyle denmesinden korkuyordu: “Dünya hayatında yaşadığınız zevklerle ve daldığınız lüks hayatla yetinin.”
Kendi kendine şöyle derdi: “Resûlullah’ın (s.a.v.) ölümünden sonra ne tuğla üstüne tuğla koydum, ne de bir hurma ağacı diktim.”
Meymun b. Mihran şöyle diyor: “İbn Ömer’in yanına girdim. Evinde olan yatak, yorgan, ne varsa hepsine şöyle bir alıcı gözüyle baktım. Hepsi yüz dirhem etmezdi.”
Bu fakirlikten değildi; çünkü İbn Ömer zengindi.
Cimrilikten de değildi; çünkü o cömertti. Bu durum ancak onun zühdünden, lüks hayattan kaçınmasından, doğruluk ve takvaya sarılmasındandı.
İbn Ömer uzun bir ömür sürdü. Emevîlerin en parlak, malın mülkün çoğaldığı, refahın yaygınlaştığı ve evlerin hatta sarayların yükseldiği devrinde yaşadı.
Ama bu örnek insan hiç değişmedi. Züht ve takvasından taviz vermedi, zamana ayak uydurmadı.
Kaçındığı dünya lezzet ve nimetleri kendisine hatırlatılınca: “Ben ve dostlarım bir iş üzerinde görüş birliğine vardık. Şayet onlara muhalefet edersem, onlara katılamamaktan korkuyorum.”
Bir başkalarına da onların dünyayı acizlikten terk etmediklerini öğretiyor ve elini havaya kaldırarak şöyle diyordu: “Ey Allah’ım! Biliyorsun ki, şayet senin korkun olmasa, kavmim Kureyş dünyalık için birbirine girerdi.”
Evet... Allah korkusu olmasaydı, dünyaya dalar gider, belki de muvaffak olurdu.
Halbuki onun dünyaya ihtiyacı yoktu. Zaten dünya da onun arkasından koşturuyordu, lezzetlerini, nimetlerini ona sunuyordu.
İşte bu nimetler içinde hilafet makamı da vardı. Defalarca ona halifelik teklif edildi; ama yüz çevirdi. Ölümle tehdit edildi, yine kabul etmedi. Bilakis şiddetle reddetti. Hasan (r.a.) şöyle der:
“Osman (r.a.) şehid edilince Abdullah b. Ömer’e: “Sen insanların efendisisin. İnsanların efendisinin oğlusun. Ortaya çık sana biat edelim.” dediler.”
O ise: “Allah’a yemin olsun ki, bir de benim sebebimle kan akıtılma¬sını istemem.” dedi.
“Çıkmalısın, aksi taktirde yatağında seni öldürürüz.” demeleri üzerine:
Aynı sözünü tekrar etti. Ona yöneldiler, korkuttular; ama İbn Ömer’den bir tepki göremediler.
Zaman geçti, fitne çoğaldı, insanlar hilafeti kabul etmesi için ona koştular, biat etmeğe geldiler. ama o her defasında reddetti.
Onun bunu geri çevirmesini anlamak güçtü; ama şu kadarı var ki, o bu hususta delil ve ispata sahipti.
Osman (r.a.) şehid edildikten sonra işler bozulmuş, kötülük ve tehlikeler peş peşe gelmeye başlamıştı. Eğer İbn Ömer hilafet makamını istemek hususunda çekimser davranmasaydı, hilafeti kabul ederdi, onun zorluklarına katlanırdı. Ancak şu şartla ki, bütün müslümanlar onu seçmeli ve itaat etmeliydiler. Birisi seçecek, öteki eline kılıç alacaksa, bu olmazdı. İşte İbn Ömer’in istemediği şey buydu. Bundan dolayı da hilafeti istemiyordu.
Halbuki Abdullah b. Ömer’in öne sürdüğü şartların sağlanması o zaman için mümkün değildi. Bütün faziletine, müslümanlar arasında sevilmesine ve sayılmasına rağmen bu imkansızdı. Çünkü işler büyümüş, ihtilaflar içinden çıkılmaz hâl almış, müslümanlar arasında grupçuluk belirmiş, kılıçlar kınından çıkmıştı... Böyle bir durumda ortalığın yatışacağını beklemek pek mantıklı olamazdı.
Bir gün yolda bir adamla karşılaştı. Adam: “Ümmet-i Muhammed hakkında senden daha şerli başka adam yoktur.” dedi. İbn Ömer: “Niçin? Ne onların kanını akıttım, ne birliklerini parçaladım. Ne de dirliklerini bozdum.” dedi.
Adam: “Eğer sen isteseydin, senin hakkında hiç kimse ihtilafa düşmezdi.” İbn Ömer: “Bazıları onaylayıp, bazıları da karşı çıkarken hilafetin bana verilmesini istemedim.” dedi.
Olaylar birbirini kovaladı, sonunda Muaviye halife oldu. Ondan sonra oğlu Yezid hilafete geçti. Akabinde Yezid’in oğlu II. Muaviye halife seçildikten bir müddet sonra hilafeti terk etti.”
Bugünlerde İbn Ömer epeyce yaşlıydı, insanların artık ona ilişkin beklentileri de kalmamıştı. Ancak Mervan ona geldi ve: “Uzat elini biat edeyim; çünkü sen Arapların efendisisin, efendilerinin de oğlusun.” dedi. İbn Ömer: “Doğu halkını nasıl ikna edeceğiz?” dedi. Mervan: “Biat etmezlerse öldürürüz.” dedi. İbn Ömer: “Allah’a yemin ederim ki, şu an yetmiş yaşındayım. Benim sebebimle bir adamın bile öldürülmesini is¬temem.” cevabını verdi. Mervan şu beyti okuyarak ayrıldı:
Fitneler görüyorum kazanda kaynayan
Karanlıktır bu saltanat sonrası için babamdan
Babasından maksat, II. Muaviye idi.
* * *
Hilafeti reddetmesi, kuvvet ve silah kullanılmasından dolayı idi. İbn Ömer’in, Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen savaş ve fitnede benimsediği görüş ve izlediği politika, şu sözünde belirgin bir şekilde görülmektedir:
“Kim “Haydin namaza!” derse katılırım. Kim “Haydin felaha!” derse katılırım.
Kim “Haydin müslüman kardeşini öldürmeye ve malını almaya!” derse hayır, ben bu işte yokum!”
O hiçbir zaman bir yanlışa sapmamıştır.
Muaviye, İbn Ömer’in yanına uzun süre gitti geldi. O dönemde saltanatının zirvesindeydi. Bu gidiş gelişinden maksat, İbn Ömer’i korkutmak, onu sıkıntıya sokmaktı.
Hatta onu ölümle tehdit ettiği bile oldu. O şöyle diyordu: “Şayet benimle halk arasında kıl kadar bir bağ bile olsa asla koparmam!”
Bir gün Haccac hutbede: “İbn Zübeyr Allah’ın kitabını tahrif etmiştir.” dedi. Bunun üzerine İbn Ömer haykırdı: “Yalan söylüyorsun! Evet, yalan söylüyorsun! Sen yalan söylüyorsun!” Korkunç bir durumdu. Haccac gibi bir belâya çatmıştı. Haccac ki, herkes ondan korkar, kaçınırdı. Nitekim İbn Ömer’i en şiddetli ceza ile tehdit etti.
Bütün bunlara karşılık İbn Ömer Haccac’a şöyle dedi: “Şayet bu tehdidi yerine getirecek olursan, bu, şaşılacak bir durum değildir. Çünkü sen sefih ve bu insanlara musallat kılınmış birisin.”
Bütün bu cesaret ve gücüne rağmen son günlerinde fitne çıkaracak şeylerden kaçınmaya daha bir özen gösteriyor, hiçbir topluluğa yaklaşmıyordu.
Ebû Aliye el-Berrâ şöyle diyor: “Bir gün İbn Ömer’in peşi sıra, o beni görmeksizin gidiyordum. Bu sırada o, kendi kendine şöyle diyordu:
“Kılıçlarını çekmişler, birbirlerini öldürüyorlar ve şöyle diyorlar: “Ey İbn Ömer ver elini!..” O müslümanların kendi elleriyle birbirlerinin kanlarını akıttıklarını görüyor, son derece acı ve ıstırap duyuyordu.”
Eğer, müslümanlar arasındaki savaşa engel olmaya ve kanlarını dindirmeye gücü yetse, bunu hemen yapardı. Ne var ki, gelişen olaylar kendi gücünü aşıyor, o da bu gibi sebeplerden uzak duruyordu.
Kalbi Hz. Ali’den (r.a.) yanaydı. Bilakis düşünce bakımdan da onunla aynı düşünceyi taşıyordu. Son günlerinde şöyle dediği rivayet edilir: “Şu dünyada kaçırdığım şeylerden beni en çok üzen, Ali’nin yanında asîler topluluğuna karşı savaşmamış olmamdır. Her ne kadar Ali (r.a.) haklı olsa da İbn Ömer, savaşmaktan kaçmamış veya kendini kurtarmaya çalışmamıştır. Bilakis düşüncesi farklı olduğundan ve bütün fitnelere karşı tavır aldığından bunu yapmıştır. Çünkü savaş, mü’min ile müşrik topluluklar arasında değil, iki mü’min topluluk arasında meydana geli¬yordu.
Nafi, ona sorduğunda bu durumu açıkladı.
Nafi: “Ey Abdurahman’ın babası! Sen Ömer’in oğlusun. Allah Resûlü’nün sahabîsisin. Sen şöylesin, sen böylesin... Neydi seni Ali’ye (r.a.) yardım etmekten alıkoyan?..” dedi.
İbn Ömer şöyle cevap verdi: “Bana engel olan Allah Teâlâ’nın müslüman kanının akıtılmasını haram kılmış olmasıdır. Bu hususta Allah Teâlâ buyurur ki: “Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın... Din de Allah’ın oluncaya kadar...” Biz bunu yaptık. Güçlüklerle savaştık. Neti¬cede din Allah’ın oldu, ama bugün kiminle savaşacağız?!
Putlar Mescid-i Harâm’ı doldurmuşken savaştık ve Allah bütün Arap yarımadasından putları ortadan kaldırdı.
Peki bugün “Allah’tan başka ilâh yoktur” diyen insanlarla nasıl savaşacağız?!”
İşte onun düşüncesi, delili ile inandığı buydu...
O korktuğundan veya kaçtığından dolayı savaştan uzak durmamıştır. Bilakis inananların birbirlerini kırmalarını benimsemediğinden, müslüma-nın müslümana kılıç çekmesini çirkin bulduğundan uzak dur¬mayı tercih etmiştir.
Uzun ömrü boyunca birçok belde fetihlerle İslâm sınırlarına katıl¬mıştı. Refah düzeyi yükselmiş, mal mülk çoğalmış, dünya ve içindekilere arzular kabarmış, yönelmeler başlamıştı.
Ama o, bütün bunlardan asla etkilenmemiş, bu yıllar onun zühd, takva ve sükûn yılları olmuştur. İbadetle hayatını sürdürmüş, ilk günkü gibi ömrünü geçirmeye gayret etmiştir.
Özellikle Emevîler zamanında devir çok değişmişti. Yaşantı bir başka olmuş, hayat şartları oldukça iyileşmiş, hem fertlerin hem de toplulukların arzuları kabarmıştı.
İbn Ömer ise bütün bunlara kayıtsız, uzlet köşesinde, ruhun enginliklerinde hayatını sürdürmüştür.
Çağdaşları onun örnek hayatını şöyle dile getirirler:
“Ömer’in oğlu öldü, o erdemde tıpkı Ömer gibiydi.”
Babasına olan benzerliğini şu ifadeler daha iyi anlatır:
“Ömer (r.a.) öyle bir zamanda yaşadı ki, etrafında kendi gibi insanlar vardı. İbn Ömer öyle bir zamanda yaşadı ki, çevresinde kendi gibi kimse yoktu.”
Bu ifadeler biraz abartılı da olsa bir gerçeği dile getiriyordu. O da onun benzeri bir insanın hiçbir asırda gelmediğidir.
Hicretin yetmiş üçüncü senesi... Güneş batmaya yüz tutmuş… Bir ebediyet gemisi daha limandan demir alıyor. Öte âleme doğru yelkenlerini açıyor. Taşıdığı yolcu ise vahiy yıllarının, saadet asrının temsilcisi Abdullah b. Ömer...

CUMANIZ MÜBAREK OLSUN

AYET-HADİS-DUA-VECİZE







10 Kasım 2008 Pazartesi

DUVAR YAZILARI

ATI ALAN ÜSKÜDAR'I GEÇTİ


Bolu Beyi'ne baş kaldıran ünlü eşkıya Köroğlu (şair Köroğlu ile karıştırılmasın) bir gün atını çaldırmış. Asil bir hayvan olan atını aramak için tebdil-i kıyafet ile diyar diyar dolaşmış ve sonunda yolu İstanbul'a düşmüş. Atını, satılmak üzere pazara getirilen hayvanlar arasında görünce, hemen alıcı rolüne bürünüp:

— Efendi, demiş, bu at güzele benziyor. Ancak binip bir denemek istiyorum. Satıcı, onu tanımadığı için binmesine izin vermiş. At, üzerine binen eski sahibini tanıyıp dörtnala koşmaya başlamış. Köroğlu, Sirkeci sahiline gelip bol para vererek bir sal kiralamış ve ver elini Üsküdar. Bu arada at cambazı, aldatıldığından dolayı kıvranır dururmuş. Köroğlu'nu atıyla birlikte bir sal üzerinde gören cambazın dostlarından biri, onu teselli için seslenmiş:

— Üzülmeyi bırak! Atı alan Üsküdar'ı geçti. O adam Köroğlu'nun kendisi idi.

Bugün bu sözü, "İş işten geçti" manasında kullanırız.

İskenden Pala - İki Dirhem Bir Çekirdek

BEN SAVAŞ ÇOCUĞUYUM



Acıya ağıt yakanların dünyasından kopup gelmişim buraya... Güldü mü yaşlar boşanırdı atalarımın gözlerinden... Kavmimdeki çocuklar, beklentilerini ümitsizliklerinin en can alıcı noktasındaki ümide bağlayıp, analarının gözlerindeki hüznü yazarlardı gökyüzüne uçurdukları uçurtmalara... Umutlar uyutulurdu salıncakta... Ninni söyleyerek... İçlenerek.. İç çekerek... Dalgın yürürdü genç kızlar yerle bir olmuş kentin enkaz kırıntıları arasında... Her siren sesi, ürkek yüreklere düsen amansız bir korku, her silah sesi, beklentili gönüllere yuvarlanan bir çığlık olurdu, savaş kadınlarının ürpertili bakışları arasında... Yarısı kopmuş kollarıyla güneşe kucak açan çocuklar gördüm şehrimin barut kokan sokaklarında... Ve çiçekler. Her şeye rağmen, onca kirliliğe, onca zorbalığa rağmen açmayı ve gönüllere sürur vermeyi becerebilen çiçekler gördüm... Dağ adamlarının arasında, üzerine sulama vazifesi düşmüş bir ninenin kıpırdayan dudaklarından düştüm gönüllere... Sert bakışların ardındaki gözyaşlarını ben okuyabilirim yalnızca... Bir bebeğin çığlığında saklandım... Ve bir annenin feryadında...

Hep temkinli adımlar attım mayınla döşenmiş hayatın ortasında... Şehrimin genç kızları, en korkunç ejderhaların bile masum kalacağı heveslere kurban edildiler... Analar ağlamayı bildiler sadece...

Yeri geldiğinde ölmeyi ve dua etmeyi... Çocuklar, oyun alanlarında savaş türküleri söylemeyi öğrendiler... Başlarını iki omuzlarının arasına sıkıştırıp, ekrandaki dramatik filmlerde ağlamayı vicdanlı olduğuna yorumlayan siz Sayınlar! Bayanlar! Efendiler! Hanımlar! Unutmuşum seçkin kelimeler kullanmayı... Bomba dedim... Savaş dedim... Acı dedim... Anne dedim... Ve öldü... Dedim sadece...

Oysa size seslenebilmek için yeterli değildi bütün bunlar... “SAYIN BAYIM... BEN AÇIM DA.” demeliydim... Ve sizler iğrenç bir mahluka bakar gibi, gözlerimdeki acıya bakıp, bir yaka süsü gibi dudağınızın kenarına kondurduğunuz alaycı tebessümünüzle bir kaç kuruş sıkıştırmalıydınız nasırlı ve kirli avucuma... Ve böylece hayırsever bir vatandaş olmanın rahatlığıyla vicdanınızı koltuk altınıza sıkıştırıp bir çanta gibi, gömülmeliydiniz yumuşak koltuklarınıza... Bilemezdim... Aykırı sözler edişimi mazur görün! Ben savaş çocuğuyum ve savaşın haricinde pek fazla kelime öğrenemedim!..

-alıntı-


BEYAZ ADAM


"Beyaz Adam Yüreğin Ne Kadar da Kara imiş"

Cristof Colomb; "Kızılderililer sığ kıyıda, denizde yürüyerek tekneye yaklaştılar. Bizlere çeşitli hediyeler sundular. Kızılderililer; barışçı, yumuşak huylu insanlar ve silah taşımıyorlar, silahın ne olduğunu bilmiyorlar...

Onlara bir kılıç gösterdim; keskin tarafından tuttular ve ellerini kestiler. Bu yerliler dünyanın en iyi, en nazik insanları, kötülüğün ne olduğunu bilmiyorlar. Çalmıyorlar, öldürmüyorlar, komşularını kendileri kadar seviyorlar. Her zaman gülüyorlar..."

Colomb; bu değerlendirmelerden sonra: " Bunlardan çok iyi hizmetkar olur. Sadece elli adamla tüm bu yerlilerin hepsine kolayca boyun eğdirip, istediğimiz her şeyi yaptırabiliriz." Diyecekti efendisine yazdığı bir mektupta...

Önce bir gemiyle geldiler... Misafirlerimizdi, onları sahilde hediyelerle karşıladık. Silahsızdık, çünkü; hiç ihtiyacımız olmadı. Kardeştik- severdik- paylaşırdık... Silahı onlar tanıttı... Tutarken yanlışlıkla elimizi kestik, kan aktı... Evimize buyur ettik, konuklarımızdı... Yedirdik-içirdik- yatırdık, hizmet ettik... Topraklarımızı, dağlarımızı, sularımızı, ovalarımızı gezdirdik. Sevindiler... Sevindik!..

Renkleri ne kadar aktı bizimkilere göre...

Sonra gittiler... Memnun olarak uğurladık dostlarımızı!..

Bir gün, tam sabah gün doğarken ak tenli dostlarımız; gemileriyle, çok, çok olarak geldiler. Beklemiyorduk; çok erken gelmişlerdi.

Demek sevmişlerdi bizi, toprağımızı, göğümüzü... Sevindik. 0ndiler, çoktular... Silahları vardı. Ama bu sefer hepsinin elindeydi. Üstelik ellerini de kesmiyorlardı...Ayakları kara-ya ayak basmıştı...

Sonra hiç beklenmedik-olmayacak olan oldu. Şaşırmıştık, acaba ne yapmıştık ta beyaz! Dostlarımız! Bizleri öldürüyordu. Evet beyaz adam! Bu sefer gülen yüzlerimizi ağlatmaya, verilen hediyeleri yağmalamaya. Hizmetlerimizi köle yapmaya, karılarımıza tecavüz etmeye gelmiş! şaşırdık!.. Neden diye... Biz özgür göğün, geniş toprağın, mağrur dağların insanları, barış-sevgi-dostluk bilirdik. Savaşı beyaz adam! öğretti. Hiç hak etmedik öldürülmeyi-savaşı- köleliği... Erkeklerimizi öldürdüler, yaktılar çocuklarımızı ateşte diri diri. Toprağımızı yağmaladılar. Karılarımıza- kızlarımıza tecavüz ettiler. Köle diye gittik yurtlarına... Sattılar...

Tanrıya inanmamızı söylüyordu, elinde İncil, siyah cübbeli beyaz tenli papaz... Sordu Kızılderili Reis: "Tanrı size bunları yapmanızı mı söylüyor. Cennet dediğiniz şeye sizler mi gideceksiniz. Öyleyse; ben sizin olmadığınız cehennemi seçiyorum.

Eğer bizlerin değil de, sizlerin yaptığını onaylıyorsa Tanrınız; Beyaz! düşünen bir tanrıya inanmaktansa, inanmamayı yeğlerim!

Hiç bitmedi beyaz adamın(!) gelmesi. Onlar geldikçe biz bittik. Biz bittikçe onlar geldi. Beyaz adam, yaptıklarını anlatacak kelime bulamıyorum. Bizim kelimelere benzemiyor. Senin yaptıklarını en iyi anlatacak sensin. Bir gün kara yüreğin, beyaz tenin gibi olursa; anlatırsın yaptıklarını..."

Yüreği beyaz bir papazın anlattıklarını dinleyelim(Papaz Marcos de Niza): "Tanık olduklarımı anlatıyorum: Beyazlar tüm yerli reislerini yaktılar. Çoluk- çocuk- kadın demeden, mızrakla- kılıçla delik deşik ediyorlardı. Anladığım kadarıyla bunlar, tüm ülkede tek bir şey bırakmak istemiyorlar. Yerlileri bir eve doldurdular ve evi ateşe verdiler... Herkes yandı... Bir çocuk ateşten kurtulmuş kaçıyordu. Bir arkadaşım onu tuttu, korumaya çalıştı, sakinleştirmek için sarıldı... Birden bir asker, çocuğu çektiği gibi ateşe fırlattı... Engel olamadım...

Bunları o kadar çok yerde gördüm ki anlatamam...

Yerlileri parçalamak için köpekleri üzerlerine saldılar. Bir çok yerli böyle parçalandı. Beyaz adam; süt bebeklerini kollarından tutup atabildikleri kadar uzağa fırlatıyordu. Barışseverlik ve güvenle gelen yerli şefleri; komutanlar yaktılar." Anlatım devem eder böyle vahşice zulümlerle-işkencelerle dolu olarak...

Amerika Kıtası keşfedildiğinde oraya medeniyetlerden önce ölüm geldi. Vahşet, hırsızlık, soykırım... Daha sonra medeniyet gitti mi? Hayır!.. Çünkü yerliler, Beyaz adamdan çok daha medeniydi. Hırsızlığı, adam öldürmeyi bilmiyorlardı. Huzur içinde yasayan büyük bir aileydiler...

Beyaz adam geldiğinde onu misafirperverce ağırladılar. Yiyeceklerinden, altınlarından bol bol karşılıksız verdiler. Topraklarını açtılar. Beyaz adamın gözü doymuyordu. Ne kadar verilirse hep fazlasını istedi. En sonunda canlarını da istedi; verdiler!.. Tarih çok sonraları Beyaz adamın bu zulümlerine yıllar sonra, kara adama yaptıklarıyla bir kez daha şahit olacaktı. Kara adamın kaderi Kızılderili kardeşleriyle birleşecekti. Beyaz adam(!)sa yine hep beyazdı(!). Aç gözlü- zalim- hırslı- acımasız...

Beyaz adam Kızıl-derililerin ülkesine girdiğinde geride en az 15- 20 milyon ölü bıraktı... Binlerce yerli; beyaz adamın(!) ülkesinde köle edildi. On binlercesi yollarda gemilerle balıklara yem oldu.

Beyaz adamın tarih sayfaları hep kara kaldı. Sayfanın en kara noktasına kızıl bir nokta düştü...

"Ey beyaz adam; yüreğin çok kara, çok kara imiş!.."

Kaynak: Haksöz Dergisi Mart 1999 Sayı:96

8 Kasım 2008 Cumartesi

YAĞMUR



Vareden'in adıyla insanlığa inen Nur
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat
En müstesna doğuşa hamiledir kainat

Yıllardır bozu bulanık suları yudumladım
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım

Hasretin Alev alev içime bir an düştü
Değişti hayel köşküm, gözümde viran düştü
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü

İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla
Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin
Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla
Evlerin arasına dikilir yesil bayrak
Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak

Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım
Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydim

Yağmur, gülsenimize sensiz, baldiran düştü
Düşmanlik içimizde; dostluklar yaban düştü
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü

Bir güzide mektuptur, çağlarin ötesinden
Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına
Yayılır o en büyük mustu, pazartesinden
Beyazlik dokunmuştur gecenin siyahina
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin
Sükutu yar, sevinci dualar kadar derin

Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım
Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamiş, mazide
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydim

Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü
Yarılan göğsümüzden umutlar bican düştü
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü

Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar
Mutluluk nağmeleri işitirler Hiradan
Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri
Paramparça, ateşler sahinin hayalleri

Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım
O mücella çehreni izleseydim ebedi
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım

Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü
Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü
Katil sinekler deldi hicabın perdesini
İstiklal boşluğunda Arılar nadan düştü
Dolaşan ben olsaydım Save'nin damarında
Tablosunu yapardim yıkılan her kulenin
Ebedi aşka giden esrarlı yollarında
Senden bir kıvılcımın, süreyya bir şulenin
Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü
On asırlık ocağın savururdum külünü

Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım

Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü
Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü
Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara
Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü

Badiye yaylasında koklasaydım izini
Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgar
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini
Ne kaderi suçlamak kalırdı ne intihar
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya

Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım
Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım

Haritanın en beyaz noktasına kan düştü
Kırıldı Adaletin kılıcı; kalkan düştü
Mahkumlar yargılıyor; hakimler mahkum şimdi
Hakların temeline sanki bir volkan düştü

Firakınla kavrulur çölde kum taneleri
Ahuların içinde sevdan akkor gibidir
Erdemin, bereketin doldurur haneleri
Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir
Şemsiyesi altında yürürsün bulutların
Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların

Devlerin esrarını aynalara sorsaydım
Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım

Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü
İlkin karardı yollar, sonra Heyelan düştü
Güvenilen dağlara Kar yağdi birer birer
Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü

Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından
Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından

Madeni arzuların ardında seyre daldım
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini
Senin için görülen bir düş de ben olsaydim

Şehirler kabus dolu; köylere duman düştü
Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü
Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayali
Hazindir ki; dertleri asmaya umman düştü

Ayrılığın bağrımda büyüyen bir yaradır
Seni hissetmeyen kalp, kapısız zindan olur
Sensiz doğrular eğri; beyaz bile karadır
Sesini duymayanlar girdabında boğulur
Ana rahminde ölür sensizlikten bir cenin
Şaşkınlığa açılır gözleri, görmeyenin

Saatlerin ardında hep kendimi aradim
Bir melal zincirine takıldı parmaklarım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım

Sensiz, ufuklarıma yalancı bir tan düştü
Sensiz kıtalar boyu uzayan vatan düştü
Bir kölelik ruhuna mahkum olunca gönül
Yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü

Ay gibisin; güneşler parlıyor gözlerinde
Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
Sümeyra'yı arıyor her damlada bir saray
Tohumlar ve iklimler senindir; mevsim senin
Mekanın fırçasında solmayan resim senin

Yağmur, birgün elimi ellerinde bulsaydım
Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım

Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü
Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan
Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü

Islaklığı sanadır ahımın, efgahımın
İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler
Sendendir eskimeyen cevheri efkarımın
Nazarın ok misali karanlıkları deler
Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin
Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin

Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım
Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım

Yağmur, sayrılığıma seninle derman düştü
Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü
Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün
Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü

Nefsinle yeniden çizilecek desenler
Çehreler yepyeni bir degişim geçirecek
Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler
Anneler çocuklara hep seni içirecek
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin
Sana mü'mindir sema; sana muhtaçtır zemin

Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım

Kardeşler arasında heyhat, su-i zan düştü
Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü
Şarrkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın
İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü

Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakiş da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakiş da ben olsaydım
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım

NURULLAH GENÇ