4 Aralık 2008 Perşembe

6 - SA’D b. EBÛ VAKKÂS


Aslan Pençesi

İran kuvvetlerinin müslümanlara saldırılarının yoğunlaştığı, müslü-manların dört bir civarda ağır kayıplar verdikleri, Iraklıların müslümanları arkadan vurdukları ve müslümanlarla olan anlaşmayı bozdukları haberleri peş peşe Medine’ye gelince, Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer (r.a.) sarsıldı. İranlılara karşı yapılan savaşta İslâm’ın ordusuna bizzat komuta etmek üzere savaş bölgesine gitmeye karar verdi.

Medine’de Ali’yi (r.a.) vekil bırakarak bir grup askerle yola çıktı. He­nüz Medine’den ayrılmamıştı ki, ashabtan bir kısmı, geri dönmesi ve yerine bir başkasını göndermesi fikrini beyan ettiler. Böyle bir ortamda Mü’minlerin Emiri’nin hayatının tehlikeye atılmasının kötü sonuçlar do­ğuracağını Abdurrahman b. Avf belirtti.

Hz. Ömer (r.a.) müslümanlara istişare için toplanmalarını emretti ve bunun için “Cemaatle namaza!..” diye nida edildi. Bu arada Hz. Ali’ye haber gönderildi ve Medine ehliyle beraber Halife Ömer’in bulunduğu yere geldiler. Şûra, Hz. Ömer’in Medine’ye dönmesi ve İslâm ordusu için yerine başka bir komutan tayin etmesi kararını benimsedi.

Emirü’l-mü’minin bu karara uydu ve istişareye katılan arkadaşlarına “Irak’a komutan olarak kimi gönderelim?” diye sordu.

Hepsi birden sustular ve düşünmeye başladılar.

Sessizliği Abdurrahman b. Avf bozdu:

“Buldum!” dedi. Hz. Ömer:

“Kim?” diye sorunca, Abdurrahman:

“Aslan Pençesi… Sa’d b. Malik ez-Zührî...” dedi.

Bu görüşü bütün müslümanlar desteklediler. Mü’minlerin Emiri de Sa’d b. Malik’e yani Sa’d b. Ebû Vakkâs’a haber gönderdi ve kendisinin Irak’taki ordunun komutanlığına atandığını bildirdi.

Bu “Aslan Pençesi” kimdi ve nasıl biriydi?

Allah Resûlü bir gün ashabıyla birlikteyken bir adam yanlarına gel­mişti. Allah Resûlü onu göstererek: “Bu benim dayımdır. Herkes dayı­sını göstersin!” demişti.

İşte bu adam, Sa’d b. Ebû Vakkâs idi. Sa’d’ın dedesi Uheyb b. Menaf, Resûlullah’ın annesi Amine’nin amcası idi.

Müslüman olduğunda henüz on yedi yaşındaydı. İlk müslüman olanlardandı. O şöyle der: “Ben müslüman olduğumda müslümanların ilk üçüncüsüydüm...”

Allah Resûlü bu ilk günlerde, Allah’ın birliğinden, müjdelediği yeni dinden bahsediyordu. Allah Resûlü daha Erkam’ın evini karargâh edin­meden Sa’d elini uzatmış ve ona biat etmişti.

Tarih kitapları Sa’d’ın, Ebû Bekir’in gayretleri sonunda müslüman olduğunu kaydeder. O gün Ebû Bekir’in ikna etmesiyle müslüman olanlar şunlardı: Osman b. Affan, Zübeyr b. Avvam, Abdurrahman b. Avf ve Talha b. Ubeydullah.

Sa’d için, övünülecek bunun gibi çok olay vardır. Bunlardan en önemli ikisi şunlardır:

Birincisi: O Allah yolunda ilk ok atan ve ilk kendisine ok atılandır.

İkincisi: Allah Resûlü’nün anne babasını uğrunda feda ettiği tek ki­şidir. Nitekim Resûlullah, Uhud günü şöyle buyurmuştur:

Annem babam sana feda olsun ey Sa’d, at, okunu at!

İşte Sa’d bu iki şeyi sürekli terennüm eder ve bundan dolayı Allah’a şükürlerde bulunurdu:

“Allah’a yemin olsun ki ben, Araplar içinde Allah için ilk ok atanım.”

Ali b. Ebû Tâlib şöyle der: “ Allah Resûlü’nün Sa’d’tan başkası için anne babasını feda ettiğini duymadım. Uhud günü şöyle buyurmuştu: “Annem babam sana feda olsun ey Sa’d, at, okunu at.”

Sa’d, Arapların ve müslümanların en cesaretlilerinden sayılırdı. Onun iki silahı vardı: Mızrağı ve duası.

Düşmana mızrağını ve okunu ne zaman atsa, isabet ederdi. Ne zaman dua etse kabul olunurdu.

Çünkü o, Allah Resûlü’nün dualarına mazhar olmuştu. Bir gün Al­lah Resûlü onu görmüş, gözünü sevinç kaplamış ve şöyle duada bu­lunmuştu:

Allah’ım onun atışlarını isabetli, duasını makbul kıl.”

Bundan dolayı, dostları içinde onun duası keskin kılıç gibi bilinirdi. Bir kimse için Allah’a dua ettiğinde kabul olurdu.

Bu hususta Âmir b. Sa’d şöyle der: “Sa’d; Ali, Talha ve Zübeyr’e (r.a.) söven bir adam gürdü. Onu azarladı, adam sövmeye devam etti. Sa’d bunun üzerine: “Öyleyse ben de sana beddua ederim.” dedi. Hır­çınlaşan adam:

“Görüyorum ki, bir peygamber gibi beni tehdit ediyorsun.” dedi. Sa’d oradan ayrıldı, abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Sonra ellerini kal­dırıp: “Allah’ım! Görüyorsun ki, bu adam, iyilik ve güzellikte kendisinden üstün olan insanlara sövüyor. Onun sövmesi senin gazabını çekmekte­dir. Ona öyle bir ders ver ki, ibret olsun.” diye adama beddua etti.

Duasını bitireli çok zaman olmamıştı ki, azgın bir deve belirdi orada ve insanların arasına daldı. Sanki birini arıyordu. Sonra o adamı buldu, ayaklarının altına alıp ezdi ve adam oracıkta öldü.

İşte bu apaçık olay, onun dudaklarındaki gücü, kesin doğruluğunu ve ihlâs derinliğini gösterir. Öyle ki, Sa’d’ın ruhu ateşli, imanı sapasağ­lam, ihlâsı alabildiğine derindi. Onun ruh enginliği ve duasının kabul olması, helâl lokma yemesinden ileri geliyordu. Çünkü o ısrarla her dir­hemin şüpheden uzak olmasını istiyordu.

Hayattayken müslümanlar içinde en çok mal ve servete sahip olan kişiydi. Öldüğünde de, arkasında hiç de azımsanmayacak bir servet bırakmıştı. Bir kimsede hem çok, hem de helâl malın toplanması; bu ikisinin bir arada bulunması güçtür. Ama Allah Sa’d’a bunu ihsan et­mişti. Onun malı çok, temiz ve helâldi.

O malının temizliğinde önde gelen biri olduğu gibi, vermekte, fakir-fukaraya dağıtmakta da önde gelen biriydi.

Malını toplama, koruma, aynı zamanda helâlliğindeki şüphelerden arındırmadaki gücü, infakta da aynıydı.

Veda haccı esnasında hasta olmuştu. Allah Resûlü de onu ziyaret etmişti. Sa’d Allah Resûlü’nden şu dilekte bulundu: “Ya Resûlullah, ben servet sahibi biriyim. Varisim olarak sadece bir kızım var. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı?”

Allah Resûlü onun bu dileğine: “Hayır, yapma.” dediler.

Sa’d: “Yarısını vereyim.”

Allah Resûlü: “Hayır, yapma.”

Sa’d: “Üçte birini vereyim.”

Allah Resûlü: “Olabilir. Üçte biri bile çoktur. Varislerini zengin olarak bırakman, onları başkalarına el açan insanlar olarak bırak­mandan daha hayırlıdır. Allah’ın rızasını gözeterek yapacağın infa­kın karşılığını görürsün. Bu infak, hanımının yedirdiğin bir lokma olsa bile.”

Sa’d sadece bir kız babası olarak kalmadı, iyileşti, daha sonra bir­çok çocuğu oldu.

* * *

Sa’d, Allah korkusundan çok ağlayan bir kimseydi.

Resûlullah’ın öğüdünü ve konuşmasını işittiği zaman o kadar ağ­lardı ki, göz çukurları dolardı.

Bir gün Allah Resûlü ashabıyla otururken, gözünü ufka dikti, sonra ashabına dönüp: “Şimdi size cennet ehlinden biri gelecek.” dedi. Ashab bekleşmeye başladı. Acaba bu mutlu insan kimdi? Az bir zaman sonra Sa’d b. Ebû Vakkâs çıkageldi.

Abdullah b. Amr b. Âs bir gün ona gelerek, ısrarla Allah’a yakın­laşmaya vesile olan amel ve ibadetin ne olduğunu söylemesini istedi. Öyle bir ibadet ki, kendisini sevaba gark edecek ve bir müjde olacak.

Sa’d ona: “Topluca Allah’a ibadet etmekten daha iyi bir şey yoktur. Şu kadarı var ki, müslümanlardan hiç kimseye öfkelenmem, kin duy­mam ve suizanda bulunmam.” dedi. Bu adam Abdurrahman b. Avf’ın belirttiği gibi tam bir “Aslan Pençesi” idi.

Bu yiğit, Kadisiye savaşı için Hz. Ömer’in seçtiği komutandı.

Bütün meziyetleri Emirü’l-mü’mininin basireti önünde meydana çıkmış ve o da müslümanların karşılaştığı en zor sınav için seçilmişti.

O, Allah’a yalvardığında duası kabul gören, yediği temiz, konuş­tuğu temiz, yaratılışı temiz olandı. Allah Resûlü’nün bildirdiği gibi, cen­net ehlindendi. Yani cennetle müjdelenen Aşere-i mübeşşeredendi. O, Bedir’de kahraman, Uhud’da kahraman ve Allah Resûlü’nün bulunduğu her yerde bir kahramandı.

Son olarak da Hz. Ömer onu unutmamış, kıymetini gizlememiş, ona en yüksek sorumluluğu yüklemişti.

Yine Hz. Ömer, Sa’d’ın annesinin öz oğluna yaptıklarını da unut­mamıştı. Annesi Sa’d’ı yeni dininden eski dinine döndürmek için elin­den geleni yapmış; ama hepsi boşa çıkmıştı. Bunun üzerine etkisi her­kesçe kabul edilen, kendince bir çareye baş vurdu. Bu artık onun son umudu ve sonuca götürecek en etkili yoldu:

Sa’d’ın annesi açlık grevine başladı. Bu bir nevi ölüm orucu idi. Çünkü ne yemek yiyor, ne de su içiyordu. Oğlu Sa’d, babalarının dinine dönünceye kadar bu ölüm orucuna devam edecekti. Ama Sa’d hiçbir şey karşılığında dinini satmamaya kararlıydı. Bu karşılık annesinin hayatı bile olsa... İnatçı kadın ölmek üzere iken yakınları onu alıp götürdüler. Neredeyse ölüm sarhoşluğu yüzünü kaplamıştı.

Sa’d gitti, kayaları eritecek bir sahne ile karşılaştı. Ama onun imanı, Allah ve Resûlü’ne olan inancı en sağlam kayadan daha sağlamdı. An­nesinin işiteceği şekilde şöyle seslendi:

“Bilesin ki ey anne! Yüz canın olsa, her bir canın teker teker çıksa, yine de dinimi terk etmem. Şimdi ister ye, ister yeme!”

Annesi kararından dönmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Sa’d’ı destekler biçimde şu âyetler nazil oldu:

Bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman için seninle mücadele ederlerse, anne ve babana itaat etme.”

Bu adam gerçek bir “Aslan Pençesi” değil mi?

Öyleyse Mü’minlerin Emiri, Kadisiye savaşında İslâm sancağını onun eline verebilirdi. Yüz bin kişiden fazla olan İran ordusuna karşı bu komutanı gönderebilirdi. Bu İran ordusu ki, zamanın süper gücüydü; silah ve teçhizat bakımından benzersiz bir özelliğe sahipti. Komuta edenler ise dönemin en seçkin ve akıllı kimseleriydiler.

Sa’d b. Ebû Vakkâs ise sadece otuz bin askere sahipti. Ellerinde sadece mızrakları olan otuz bin savaşçı. Ama gönülleri imanla doluydu. Gözünü kırpmadan kendisini ölümün pençesine atabilecek bir cesarete sahiptiler. Şehâdet şerbeti arzusuyla gönülleri yanan insanlardı.

İki ordu karşılaştı. Ama hayır, henüz karşılaşmadı. Sa’d, Mü’minlerin Emiri’nin tavsiyelerini bekliyordu. İşte o sırada Hz. Ömer’in mektubu geldi. Bir an evvel Kadisiye işini halletmesini istiyordu. Çünkü Kadisiye İran’a açılan kapıydı. Mektubunda öyle ifadeler vardı ki, Sa’d’ın kalbine nur gibi akıyor, bir hidâyet rehberi oluyordu:

“Ey Sa’d b. Vüheyb!.. Senin için Resûlullah’ın dayısı ve arkadaşı denmesi, seni Allah’a karşı aldatmasın, gurura sürüklemesin. Allah ile kul arasında nesep bağının değeri yoktur, ancak taatin değeri vardır. Üstünüyle ve üstün olmayanıyla bütün insanlar Allah katında eşittir. Allah onların Rabbi’dir. Onlar da Allah’ın kullarıdır. Allah’ın bağışıyla ancak farklı olabilirler. Allah katındakine ancak O’na itaatleriyle ulaşabi­lirler. Allah Resûlü’nün peygamber olarak gönderilmesinden vefatına kadar yapıp-ettiklerine bak, onlara tutun. Çünkü hakikat onlardır.”

Hz. Ömer mektubuna şöyle devam ediyordu:

“Bana bütün durumlarınızı bildir. Nerede konaklıyorsunuz? Düş­man sizin nerenize düşüyor? Durumunuzu bana öyle bildir ki, sanki ben sizi izliyor gibi olayım.”

Sa’d, Mü’minlerin Emiri’ne öyle bir mektup yazdı ki, sanki her aske­rin duruşunu ve durduğu yeri gösteriyordu.

Sa’d Kadisiye’ye indi. İran askerleri karşıda daha önce hiç toplan­madıkları şekilde mevzilenmişlerdi. Başlarında ise, en meşhur ve kor­kunç komutanları Rüstem vardı.

Sa’d, Hz. Ömer’e durumu bildirdi. Hz. Ömer’ de Sa’d’a şu satırları yazdı:

“Onlar hakkında işittiğin ve sana gelen şeyler seni korkutmasın. Allah’tan yardım iste, O’na güven. Rüstem’e akıllı, dirâyet sahibi, daya­nıklı ve sabırlı insanları gönder. Onu Allah’a imana çağırsınlar. Her gün bana durumu bildir.”

Sa’d, Mü’minlerin Emiri’ne şöyle yazıyordu: “Rüstem askerlerini topladı, atlarını ve fillerini üzerimize saldı.”

Hz. Ömer ise, onu sakinleştiren ve cesaretlendiren cevaplar yazı­yordu.

Sa’d zeki, kahraman, Resûlullah’ın dayısı, İslâm’a ilk girenlerden, savaş ve cenklerin cengaveri, kılıcın işlemediği, mızrağın isabet etme­diği kimse… Tarihî bir savaşta ordusunun başında dimdik duruyor, sanki ordudan herhangi bir nefer gibi. Hiçbir gurur, kibir alâmeti taşımıyor. Ta Medine’deki Mü’minlerin Emiri’ne sığınıyor. Aralarında kilometrelerce uzaklık olmasına rağmen her gün ona bir mektup gön­deriyordu.

Sa’d biliyor ki, Ömer (r.a.) tek başına hüküm vermiyor ve tek ba­şına karar almıyordu. Etrafında bulunan, Allah Resûlü’nün ashabı ile istişarede bulunarak karar alıyordu. Ayrıca Sa’d kendisinin ve İslâm or­dusunun Medine’deki insanların manevî güçleriyle desteklenmesini istiyordu.

* * *

Sa’d, Hz. Ömer’in tavsiyesini yerine getirdi ve Rüstem’e onu İslâm’a çağırmak üzere bir heyet gönderdi.

İran ordusunun komutanı Rüstem ile Sa’d’ın heyeti arasındaki ko­nuşma bir hayli uzadı. Son olarak heyetin sözcüsü şunu söyledi:

“Allah Teâlâ mahlukatından dilediğini putçuluktan tevhide çıkart­mak için bizi seçmiştir... Kim bunu bizden kabul ederse, biz de onu kabul eder, bağrımıza basarız. Ona dokunmadan geri döneriz. Kim de bizimle savaşırsa, Allah’ın vaadi yerine gelinceye kadar onunla savaşırız.”

Rüstem sordu: “Allah’ın size vaad ettiği vaadi nedir?”

Sözcü cevap verdi: “Şehitlerimiz için cennet, kalanlarımız için za­ferdir.”

Heyet, İslâm ordusu komutanı Sa’d’a döndü ve harbin olacağı ha­berini getirdi. Sa’d’ın gözleri yaşlarla doldu. İstiyordu ki, savaş daha sonra veya daha önce olsun. Çünkü o gün hastalığı şiddetlenmiş, adı­mını atamayacak kadar ağırlaşmıştı. Bütün bedenini çıbanlar kaplamış, neredeyse oturamayacak hâle gelmişti.

Eğer savaş hastalığından önce veya hastalıktan kurtulduktan sonra olsaydı, onun için bu hastalığın hiç önemi olmayacaktı. Ama şimdi. Hayır, Allah Resûlü bir kimsenin “keşke” dememesini istemişti. Çünkü “Keşke” acziyetin ifadesiydi. Güçlü bir mü’min çaresiz ve aciz bir kimse değildi.

“Aslan Pençesi” Sa’d sıçradı. Orduya hitaben, şu âyet-i kerime ile başlayan bir konuşmayı yaptı:

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

Zikirden sonra biz Zebur’da yeryüzünün salih kullarımıza bıra­kıldığını yazdık.”

Konuşmayı bitirdikten sonra orduya öğle namazını kıldırdı. Sonra askerlerine yönelip “Allahu Ekber…Allahu Ekber…Allahu Ekber…Allahu Ekber” diye dört kere tekbir getirdi. Tekbir sesleriyle dağ taş, her yer inledi. Kolunu bir ok gibi ileri uzatıp, ilk hedefin emrini verdi:

“Haydin, Allah’ın bereketine...”

Sa’d son derece hastaydı. Otağı, yüksek sedye gibi yaptırdığı bir yerdi. Onun üzerinde yastığına dayanmış savaşı idare ediyordu. Kapısı açıktı, bir İran saldırısında yerle bir olur ve Sa’d anında can verirdi. Ama onun hiç korkusu yoktu, onun bunlarla uğraşacak zamanı da yoktu. O yüksek otağında sürekli talimat veriyor, tekbir getiriyordu. “Sağa yöne­lin, sol tarafı tutun.”, “Önüne bak ey Muğire!”, “Arkana dikkat ey Cerir!”, “Vur Allah için ey Numan!”, “Hücum ya Es’aş!”, “Sen de ey Ka’ka!”, “İleri ey Ashab-ı Muhammed” gibi emirler yağdırıyordu. O’nun bu coşturucu sesi, âdeta her bir İslâm erini birer ordu kılmıştı. İran or­dusu, sinek gibi hafif kalmış, putları ve ateşleri yokluğa gark olmuştu.

Rüstem ve askerleri arkasına bakmadan kaçmışlardı. İslâm ordusu ise Nihavend ve Medaine kadar gitmiş, Kisra’nın sarayına dalmış, tacını, tahtını, hazinesini ganimet olarak ele geçirmişti.

* * *

Medain savaşında büyük bir imtihan daha geçirdi Sa’d. Medain sa­vaşı, Kadisiye’den yaklaşık iki yıl sonra meydana gelmişti. Kadisiye’den sonra iki ordu birlikleri aralıklarla, sürekli olarak birbirleriyle çarpışmış, daha sonra Medain’de iki ordu karşı karşıya gelmişti. İslâm ordusu ile İran ordusu arasında bu son ve sınırları belirleyici bir savaştı. Sa’d, düşmanın, bulunduğu yer bakımından kendilerine üstünlük sağladığını anladı. Onların bu üstünlüklerini gidermeye karar verdi. Ancak arala­rında Dicle nehri vardı. Nehrin en coşkun olduğu bir mevsimdi.

Sa’d bir yerde durmuştu ki, Abdurrahman b. Avf’ın kendisine “As­lan Pençesi” diye nitelemesi kadar isabetliydi. İman ve kararlılığı bütün korkuları yenecek, tehlikeleri bertaraf edecek güçteydi. Ve Sa’d orduya nehri geçme emrini verdi. Önce nehirden en kolay geçilebilecek yerle­rinin araştırılmasını istedi.

Henüz nehir geçilmeye başlanmadan, Sa’d’da nehrin karşı kıyısının güvenceye alınması düşüncesi belirdi. Çünkü düşman karşı tarafa ha­kim durumdaydı. Bunun için iki bölük teçhiz etti. Birinci bölüğe “Kor­kuların Bölüğü” adını verdi ve başına Asım b. Amr’ı getirdi. İkinci bö­lüğe “Korkusuzlar Bölüğü” adını verdi ve başına Ka’ka’ b. Amr’ı getirdi.

Bu iki bölük, suya dalıp karşıya geçecek ve orada arkasından gelen ordu için güvenli bir yer temin edecekti. İşlerini başarıyla yerine getirdi­ler.

O gün Sa’d b. Ebû Vakkâs’ın planı öyle bir başarı sağlamıştı ki ta­rihçiler sanki Sa’d’ı göz ardı etmişlerdir. Bu öyle bir başarıydı ki, Sa’d bile neredeyse kendini görmüyordu. Hatta arkadaşı ve savaşta yardım­cısı Selmân-i Farisî’yi bile görmüyordu. Halbuki o elinde kılıç, büyük bir kahramanlıkla sallıyor sallıyor ve şöyle haykırıyordu:

“İslâm yenidir... Allah’ a yemin olsun ki, karalar onlara boyun eğ­diği gibi denizler de onlara boyun eğecek! Selmân’ın canı kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, İslâm ordusu dalga dalga çıkacak Dicle’den, dalga dalga girdiği gibi...”

Evet, tıpkı Selmân’ın dediği gibi oldu… Bölük bölük nehre dalan İslâm ordusu, hiçbir neferin burnu kanamadan, İran ordusuna fırsat bırakmadan bölük bölük nehirden çıktı... Birinin elinden mızrağı veya silahı düşse bir diğeri yardım ediyor veya yardım edilmesi için çağrı yapılıyordu. İşte böyle bir yardımlaşma içinde karşıya geçtiler.

Bu durumu bir tarihçi şöyle anlatır:

“Sa’d, müslümanlara şöyle hitabetti:

“Allah size yeter! O ne güzel vekildir.”

Sonra atını Dicle’ye sürdü, ardından bütün bir ordu yürüdü. Hiç kimse beri tarafta kalmadı. Sanki toprak üzerinde gidiyorlarmış gibi karşı tarafa yürüdüler. Öyle ki, koltuklarına kadar sulara gömülmüşlerdi. Süvari ve piyadelerden dolayı su görünmez olmuştu. İnsanlar sanki toprak üzerinde gidiyorlarmış gibi birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Bu, Allah’a ve zafer vaadine duyulan güven duygusunun verdiği gönül ra­hatlığının bir eseriydi.

Hz. Ömer, onu Irak valisi tayin ettiğinde yine onun emriyle Kûfe şehrini kurdu ve orada çeşitli sosyal konutlar ve meskenler yaptırdı. Böylelikle Irak’ta İslâm’ın temelleri atılmış ve yerleştirilmiş oldu.

Bir gün Sa’d’ı, Emirü’l-mü’minin Hz. Ömer’e şikayet ediyorlar… Aşırı tabiatları onlara galip geliyor ve gülünç bir iddia ortaya atıyorlar: “Sa’d güzel namaz kıldırmıyor.”

Sa’d böylesi bir şikayet karşısında gülmekten kendisini alamıyor ve: “Allah’a yemin olsun ki, ben onlara Allah Resûlü’nün namazı gibi namaz kıldırıyorum. İlk iki rekatı uzun, son iki rekatı da kısa yapıyorum.” diyor.

Bu şikayet üzerine Hz. Ömer onu Medine’ye çağırıyor. Ama kızmıyor. Sa’d da hemen emre uyup geliyor. Kısa bir zaman sonra Hz. Ömer, Sa’d’ı tekrar göndermek istiyor. Sa’d gülerek: “Namazı güzel kıldırmadığımı iddia eden insanlara beni tekrar mı göndermek istiyorsun?” diye teklifi geri çeviriyor.

Ve Medine’yi hüzünler kaplıyor. Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer sui­kasta uğruyor ve ağır yaralanıyor. Bunun üzerine Hz. Ömer Resûlullah’ın ashabından altı kişilik bir şûra oluşturuyor, yeni halifeyi seçmelerini emrediyor ve ekliyor:

“Size Allah Resûlü’nün ölürken razı olduğu altı kişiyi seçtim.”

Bu altı kişi içinde Sa’d b. Ebû Vakkâs da var. Hz. Ömer’in sözlerin­den, eğer bir kimse halife seçilecekse o Sa’d’ın tercih edeceği kimse olacaktır gibi bir anlam çıkıyor. Nitekim o, şûra heyetine vasiyetinde şöyle diyor:

“Şayet Sa’d birini seçerse, o halifedir. Başkası seçerse Sa’d’ın onayı alınsın.”

Ömrü uzadı ve büyük fitne koptu. Sa’d herkesten uzaklaştı. Ev hal­kına ve çocuklarına fitne ile ilgili hiçbir haberi kendisine getirmemeleri için emir verdi.

Bir gün insanlar onun bulunduğu yere doğru yöneldiler. Yeğeni Haşim b. Utbe b. Ebû Vakkâs ona şu haberi getirdi: “Ey amcam, bu­rada yüz bin kılıçlı insan senin halifeliğe en layık kişi olduğuna inanıyor­lar.”

Sa’d şöyle cevap verdi:

“Yüz bin kılıç bir kılıç demektir. Bir mü’mine vurduğu zaman hiçbir şey yapmaz. Ama bir kâfire vurursa, onu paramparça eder.”

Yeğeni onun maksadını anladı ve onu uzletinde kendi hâline bıra­kıp ayrıldı.

Sonuçta Muaviye halife oldu, ortalık duruldu. Muaviye, Sa’d’a sordu: “Sana ne oluyor da bizimle birlikte savaşmıyorsun?”

Sa’d: “Zifiri karanlık bir fırtınaya tutuldum. Ben de “ıh ıh” diyerek develerimi çöktürdüm ki, ortalık açılsın.” dedi.

Muaviye: “Allah’ın kitabında “ıh ıh” yoktur. Ancak şu vardır: “Eğer mü’minlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını bulun, barıştırın. Biri diğerinin üzerine saldırırsa, Allah’ın emri gelinceye dek saldırganla savaşın.” Sen ise ne saldırganlarla beraber oldun, ne de saldırıya uğrayanlarla.”

Sa’d: “Ben Allah Resûlü’nün; “Sen Musa yanında Harun ne ise be­nim yanımda öylesin. Ancak benden sonra peygamber yoktur.” dediği bir kimseye karşı, yani Hz. Ali’ye karşı savaşamazdım.”

Hicretin 54. senesi Sa’d 80 yaşında…

Rabbi’ne kavuşma hazırlıkları içinde…

Oğlu onun son dakikalarını şöyle anlatıyor:

“Babamın başı dizimdeydi. Son nefesini vermek üzereydi. Ağladım.

“Niçin ağlıyorsun ey oğul?” dedi. “Allah bana asla azap etmez. Ben cennet ehlindenim.”

Onun iman gücü ölüm sarsıntısını bile hafif kılıyordu. Çünkü sözü en güvenilir ve en doğru olan Allah Resûlü ona güvence vermişti. Öyleyse korkacak bir durum yoktu.

“Allah bana asla azap etmez. Ben cennet ehlindenim.”

Şu kadar var ki; o en güzel hatıralarla Allah’a kavuşmak istiyordu. O bu hatıraları dini ve imanı sayesinde topladı, Allah Resûlü’ne bağlılığı ile elde etti.

Oda da bulunan bir sandığa işaret etti. Açtılar, içinden eski, parça­lanmış bir gömlek çıktı. O gömleğin kendisine kefen yapılmasını istedi. Ve ekledi:

“Bu elbise ile Bedir’de müşriklere karşı savaştım. Ve onu bugün için sakladım.”

Evet... Bu sadece bir elbise değildi; bir alâmetti… Allah erlerinin iman işaretiydi… Doğruluk, dürüstlük, şecaat, kahramanlık nişâne­siydi…

İnsanların omuzlarında, Medine sokaklarında, son muhacirin naaşı taşındı. Kendinden önce Allah’a kavuşmuş olan dostlarına uğurlandı.

Elveda Sa’d!..

Elveda Kadisiye kahramanı!.. Medain fatihi!.. Mecusi ateşini ebedi­yen söndüren insan!..


Hiç yorum yok: