25 Aralık 2009 Cuma

BİLMEDİĞİN ŞEYİN PEŞİNE TAKILMA


“Bilmediğin şeyin peşine takılma. Çünkü kulak olsun, kalp olsun, hepsi bundan sorumlu tutulmuştur.” İsrâ Sûresi, 17/36
Bir insana ömür boyu tek başına yetecek hayat prensiplerinden birini de bu âyet ders veriyor:
“Bilmediğin şeyin peşine takılma.”
Bu prensip, aslında, mü'minin imanından gelen ve bütün söz ve davranışlarında egemen olması gereken bir ilkedir. Çünkü iman, Kur'ân'ın bize ders verdiği şekliyle, bilmeden elde edilecek birşey değildir. Kur'ân'ın pek çok âyeti, eski bâtıl inançlarında diretenlerin "Biz atalarımızdan böyle gördük" şeklindeki mazeretlerin ardına sığındıklarını anlatır. Bir âyet-i kerime de, onların bu bahanelerini naklettikten sonra, sorar:
Peki, ya onların ataları birşey akıl edememiş veya doğru yolu bulamamışlarsa? Bakara Sûresi, 2/170
Araştırma ve bilgi, imanın doğasında olan bir özelliktir. İnsan, inkâr ettiği şey hakkında bilgi sahibi olmayabilir; ama, iman eden, neye ve niçin iman ettiğini bilerek iman etmelidir. Bunun ardından da, imanını güçlendirecek, geliştirecek ve hayatına yansıtacak bilgiler gelir. Onun için, bir mü'mine yaraşan şey, imanının doğasında bulunan bu özellikle bezenmek ve onu bir temel kural olarak hayatının bütün alanlarına yerleştirmektir.
Özetlemek gerekirse: İnkârın temelinde bilgisizlik vardır; ona yaraşan şey inat ve taklittir. İmanın temelinde ise bilgi vardır; ona yaraşan şey de araştırmak ve öğrenmektir. Fakat her mü'minin bütün sıfatları her zaman imanın güzelliğini yansıtmayabiliyor; bir mü'minden beklenmeyecek hal ve davranışlar şu veya bu şekilde gelip bizim hayatımıza yerleşebiliyor. Onun için, Kur'ân da zaman zaman bize sorumluluklarımızı hatırlatıyor ve davranışlarımızın sonuçları hakkında bizi uyarıyor. Bu konudaki uyarısında ise, kalbimize, yani varlığımızın en gizli ve derin niteliklerine varıncaya kadar herşeyimizle sorumlu tutulacağımızı da hatırlatıyor.
İlgi çekici olan husus, âyetin sorumlu olarak sıraladığı şeylerin "pasif" durumda olan, bir eser göstermeyen organlar oluşudur. Kulak işitir, göz bakar, kalpten duygu ve düşünceler geçer. Bunlar ise, dilin söylemesi, elin işlemesi, ayağın yürümesi gibi "aktif" birer eylem değildir. Fakat Kur'ân suyu baştan kesmekte, insanı bilmediği şeyin peşine takacak sebepleri temelden bertaraf etmektedir.
Bu durum, âyeti, sanki bugün nazil olmuşçasına, doğrudan doğruya bizim zamanımızla ilgili hale getiriyor. Bir düşünün insanın kulağını, gözünü, kalbini sorumlu duruma düşürecek şeylerin bugün bizi her taraftan nasıl kuşattığını:
İnsanların özel hayatlarının en gizli tarafları, medyanın en açık ve revaçta malzemesi haline gelmiş durumda…
Taklit, hayatın tüm alanlarına sirayet etmiş; bundan en uzakta bulunması gereken bilim dallarında bile birtakım anlayışları körü körüne izlemek bir "bilimsellik" ölçüsü olarak sunuluyor.
İnançlar konusunda hergün yeni bir akım, bir moda ortaya çıkıyor ve ardından insanları sürüklüyor.
Kısacası, insanlar, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş yoğunluktaki telkin kampanyaları ile kuşatılmış bulunuyorlar. Ve bu kampanyalar, sabah gözünü açtığı dakikada insanın yakasına yapışıyor; evinde, işinde, yolunda, girip çıktığı her yerde, bir an olsun onu kendi fikriyle baş başa bırakmıyor. Şöyle sıradan bir günümüzde, sıradan bir saatimizi gözden geçirecek olsak, bu bir saat içinde kulağımızı, gözümüzü ve kalbimizi meşgul eden işler nasıl bir liste teşkil ederdi dersiniz?
Böyle saatlerle dolu bir gün, böyle günlerle dolu aylar, yıllar ve bir ömür, ürün olarak ortaya ne çıkarır? Arkada ne bırakır? Önümüze nasıl bir hesap koyar?
İşte, Kur'ân'ın âyeti, günümüzü hedefin tam ortasına yerleştirerek, bizi, imanımıza yaraşan bir hayata çağırıyor ve şunu öğütlüyor:
Mü’min, bir bilgiye dayanmayan, kendisine bir yarar sağlamayan, kendisini sorumlu duruma düşürecek şeylere ne kulağını verir, ne gözünü çevirir, ne de kalbini açar. Onun hayatı böyle değersiz şeylerle hebâ edilecek, çöplüğe çevrilebilecek bir hayat değildir; o aziz bir hayattır ve büyük bir emanettir. Mü'min, ancak dünyada ve âhirette kendisine ve hemcinslerine yarar sağlayacak olan şeylerin peşindedir; bunu da bilerek yapar.
Ancak, bu öğütü hayata geçirebilmek için, İsrâ Sûresinin buyruğunu önümüze koyup tekrar tekrar hatırlamak gerekiyor:
"Bilmediğin şeyin peşine takılma."
Ümit Şimşek

HİKMET DOST...


Susması tefekkür konuşması hikmet Dost...
Haydi bu gece anlat bana dost... her şeyi anlat.... O'na ulaşanları anlat...
İlk insandan başlayalım ey dost...!
Cennetin ilk insanı Adem'i anlat bana...
Kabenin mimarı İbrahim'i anlat...
Bıçak altına korkusuzca yatan İsmail'i anlat...
Balığın karnındaki Yusuf'u, Gemisine binen Nuh'u anlat...
Musibete sabreden Eyüb'ü anlat...
Dünyalar güzeli Yusuf'u anlat...
İffetin timsali Meryem'i ve onun temiz oğlu İsa'yı anlat...
O'nu... alemlere rahmet olarak gönderileni... Hz Peygamberi anlat bana...
O'na eş olmakla şereflenen Hatice'yi anlat...
Mağardaki ikinin ikincisi Ebu Bekir'i anlat...
Mağaradaki güvercin ve örümceği anlat...
Şecaat timsali Ömer'i, haya timsali Osman'ı, ilmin kapısı Ali'yi anlat...
Hepsi ayrı birer yıldız sahabeleri anlat bana...
Görmeden sevmenin ekolü olan Veysel Karani'yi anlat...
Göç eden Muhaciri ve onları karşılayan Ensarı anlat...
Anlat bana ey dost....
Sen hiç susmamacasına anlat...
Ben hiç konuşmamacasına dinleyeyim...
Leyla'dan Mevla'yı bulan Mecnun'u...
Mecnun'u Mevla'ya ulaştıran Leyla'yı anlat...
Sabretmeyi anlat... Şükretmeyi anlat... Zikretmeyi anlat...
ALLAH için sevmeyi ALLAH için sevilmeyi anlat bana...
Ve ey dost O'(c.c)nu anlat bana.... O'nu anlat....
Ey susması tefekkür konuşması hikmet dost...

Anlat bana ey dost....
Sen hiç susmamacasına anlat...
Ben hiç konuşmamacasına dinleyeyim...
Duayla kal benim üveysi dostum…

GÜNAYDIN

DUVAR YAZISI

SENİ SEVİYORUM

AYET-HADİS-DUA-VECİZE




İSLAM'I CÖMERTLİKLE GÜZELLEŞTİRİYORLARDI


Günümüzde ıstıhların yanlış anlaşılması çok mevzunun yanlış veya noksan anlaşılmasına sebep olmaktadır. Zengin, fakir, cimri ve cömert kelimeleri de bunlardan bir tanesidir: Şimdi bakalım o diyarın sakinlerinin cömertlik özelliklerine: Bakalım da o güzel ıstılahlarımızı anlayan bir neslin hayatlarının bir bölümünü öğrenmeye çalışalım.
O DİYARIN SAKİNLERİ, kendilerine ait olduğu mal anlayışında bizlerden çok farklı düşünüyorlardı. Mal hususunda inançları şuydu: Mal, ölmeden evvel âhirete gönderdiğin şeydir. Ve bu mal cidden senindir. Allah yolunda harcamadığın mala gelince, o senin değil, senden sonrakilerin (varislerin) dir. Malını ölmeden önce âhirete göndermeyenler geriye bıraktığı malın hesabını da vereceklerdir. Yani öldükten sonra varislerin eline geçecek olan malların hesabı.
O DIYARIN SAKİNLERİ, veriyordu. Fakire, yoksula, kimsesizlere, Allah yolunda yapıları cihada. Veriyordu. Onlardan biri bir gün Allah yolunda harcanması için tam 700 okka altın vermişti. Bir okkanın miktarını öğrenirsek, 700 okka altının kaç kilogram olduğunu anlarız.
O DİYARIN SAKİNLERİ'nden biri vardı, malmı Allah yolunda harcadığı için zengin olinuştu. Harcadıkça da zenginliği artıyordu. İşte harcamalannda küçük bir hesap. Günümüz insanının vicdanlarcna havale ediyoruz:
Yükleriyle birlikte 700 deve, yarıi üzerinde en kıynıetli ticaret eşyası olan 700 tane deve.
4000 dirhem. 40.000 dinar
500 at ve 500 deve
Günümüzün para değerine çevirip düşünelim.
O DİYARIN SAKİNLERİ yeni nazil olan bir ayet duymuşlardı. Duydukları ayet şöyle diyordu: "Sevdiğiniz mallardan Allah yolunda harcamadıkça, fazilet ve üstün sevaba erişemezsiniz" (Al-i İmran Suresi: 92)
Bu ayet kimin kulağına gitmişse, gereğini yerine getirmek için yarışmaya başlamışlardı. Mescid de olanlar evlerine dağılmış, evlerinde bulunanlar ise, ellerinde bulunup da en çok sevdikleri şeyleri kucaklamış Peygamberimize getiriyorlardı. Onlardan sâdece bir kaç tanesini zikrediyoruz:
Onlardan biri vardı. Medinede ve Mescid-i Nebevinin yanında çok kıymetli bir hurma bahçesi vardı. Bahçeyi olduğu gibi müslüman kardeşlerine verdi. Ve vermenin sevinci ile evine dündü. Sanki kuş gibi sevinçten uçuyordu.
Onlardan bir başkası vardı. Dillere destan olan bir atı vardı. Baktılar ki atını yedeğine almış ve getirmişti. Mevcut olan malların kendisine göre en sevimlisi o at idi. Verdi ve gitti.
Yine onlardan biri vardı. İhtiyardı. Bastonuna dayana dayana mescide gelmişti. Bu mübarek İslâm hanımının elinde sadece bir başörtüsü vardı. Onu getirmişti. "Gençlik döneminde kendi ellerimle işlemiştim. Sandığımın bir köşesinde duruyordu. Onu getirdim" dercesine getirdi, verdi ve gitti.
O DİYARIN SAKİNLERİ'NDEN olan annemiz şöyle bir hadîse anlatıyor.
- "Yüce Resûlümüz hastalanmıştı ve hastalığı ciddi idi. Belki de bu hastalığı onu Rabbine kavuşturacaktı., Baş ucundan ayrılmıyordum: Bir ara kendine geldi ve 7 dinar vererek, "Bunu Ali'ye gönder fakirlere dağıtsın" dedi. Ben hastalığın telaşından unutmuş ve dinarları gönderememiştim. İki üç sefer aynı şeyleri söyledi. Daha sonra kendisi gönderdi.
Akşam yaklaşmış, ortalık kararmaya başlamıştı. Çıranın (Bir nevi gaz lambası) yakıtı bitmek üzereydi. Yakın bir akrabama gönderdim ve:
- "Bize yağ bulsun. Zira Resûlullah ağırlâştı. Bu gece vefat etme ihtimali olduğu için onu beklememiz gerekiyor." dedim.
Bu hadisenin yorumunu, bu diyarın sakinlerine bırakıyoruz: O DİYARIN SAKİNLERİ'nin cömertleri sadece erkekler değildi. Kadınlar da hayırda yarış halindeydi. Sahih bir haberde olay şöyle anlatılır:
- Tebük seferi için hazırlık yapılıyordu. Bu sefere kadınlar altınlarıyla katılmak istiyorlardı. Mescidin bir tarafına çarşaf serilmiş ve kadınlar getirdikleri şeyleri bu çarşafın üstüne atıyorlardı. O kadar eşya getiren kadın vardı ki çarşafın üzeri, bileziklerle, küpe ve gerdanlıklarla dolmuş taşınıştı. Eşyadan maksat getirilen süs eşyası olan altınlardı:
O DIYARIN SAKİNLERİ'nden olan müslüman bir hanım bizlere şu bilgiyi aktarıyor: "Kocam, bir gün akşama kadar yüz bin dirhem sadaka dağıttı. Ancak, elbisesinin bir tarafının yırtık olmasından dolayı mescide dolayısıyla namaza gidemedi."
O DİYARIN SAKİNLERİ'ndendi. Bakara suresinin 245. ayetini yeni duymuştu. O ayet diyordu ki: "Kim Allah'a güzel bir ödünç verirse, Allah da ona kat kat karşılık verir."
Bu ayeti duyan şahıs geldi ve Peygamberimize: "Elini uzat dedi." Peygamberimiz elini uzatınca şöyle dedi.
- "Ben, 600 tane hurma ağacı olan bahçemi Allah'a ödünç verdim" dedi. Sonra oradan ayrıldı ve doğru hurma bahçesine gitti. Bahçe duvarından hanımına sesleniyordu:
- "Çocukları al, bahçeden çık. Ben bahçeyi Allah'a ödünç verdim." Hurma ağacının gölgesi altında oturan hanım ve çocuklarının yanma varmıyor, o bahçe müslümanlara geçti diyerek, hanımına bahçe duvarından sesleniyordu. Hanımından ise hiç bir itiraz gelmiyor sadece soruyordu;
- "Bu bahçeyi Allah'a ödünç verirken beni de sevaba kattın mı?"
O DİYARIN SAKİNLERİ'ndendi. Hem de müslümanların sorumluluğunu üzerine almıştı. Otururken biri geldi ve bir şeyler istedi, derhal istediklerini ikiye katlıyarak verdi. Fakir gittikten sonra ise ağlamaya başladı: Etrafındakiler: -"Niye ağlıyorsun? İstediğini fazlasıyla verdin?" Tarihe mal olacak sözü ilan etti: - "Şimdiye kadar nerdeydim?" (Yani şunu demek istiyordu, bu kardeşimiz ihtiyacını bize getirinceye kadar, biz nerdeydik? Niçin haberimiz olmadı).
O DİYARIN SAKİNLERİ'ndendi. Bir gün evini 60.000 dirheme sattı. Evin satıldığını duyanlar: "Evi ucuza vermişsin. Alan seni aldatmış" dediler: O ise: - "Ben o evi cahiliyye hayatında bir tulum şarap karşılığında almıştım. Hepiniz şahit olun ki ben bu aldığım 60 bin dirhemi tamamen fakirlere, kölelere infak ettim. Şimdi söyleyin bu satışta aldatılmış mıyım?" Rabbimize hamdediyoruz. Bu diyarın sakinlerinin infak hayatına baktıkça O.'na hamdediyoruz. Bir tarafta fakir talebeleri bağrına basan, onların zaruri ihtiyaçlarına el atan, talebe, yurtlarında, pansiyonlarında okumalarına eğitimlerine sebep olan bu diyarın sakinlerine teşekkür ediyoruz.
İran'da cereyan etmiş son büyük depreme karşı, ellerini uzatan Türkiyeli müslümanlara teşekkür ediyoruz. Bosna-Hersek kıyamına bilezikleriyle, gerdanlıklarıyla yardım eden binlerce bacılarımıza teşekkür ediyoruz. On senedir unundan parasına, ayakkabısından, havlusuna varıncaya kadar su gibi akıtılan hayırların sahiplerine teşekkür ediyoruz.
Toprak üzerine atılan bir imza gibi camisini yaptırıp, Kur'an okunan irfan yuvalarına varıncaya kadar, devlet desteğine ihtiyaç duymadan dünyanın istikbalinde söz sahibi olmak aşkıyla veren, cömert ellerin sahiplerine teşekkür-ediyoruz.
İnşallah bir gün gelir o camiler, o mescidler ideal manada, istenilen görevleri yerine getirmeye sebep olur. Camileri asli kimliğinden tecrit edenler baki değil, fanidir. Faniler ise bir gün yok olacaktır. Camileri asli hüviyetinden uzaklaştırmaya sebep olan , alet olan , bizzat bu sinsi oyunların başlarında bulunan herkesin hasını, bizlerden evvel Allah'tır.
Bu diyarın sakinlerine diyecek başka bir şeyimiz yoktur. Sadece bu yazımızdaki mesajımızı okuyarak, hayatlarına girmiş infak amelini karşılaştırmalarını istiyoruz.

22 Aralık 2009 Salı

DİŞ BİLEMEK


Husumetleri anlatmak için kullandığımız bir deyimimizdir, "diş bilemek." Hani şöyle, öfkenin insana yaptırabileceği bütün kötülükleri içine alır bu deyim. Açığını yakaladığı anda mahvetmeye, hayatını söndürmeye, rızkını kesmeye hazırdır birine diş bileyen kişi. Oysa deyim, hiç de öyle kötü bir hatırayı yansıtmaz.
Bir hadis-i şerifte, "Eğer ümmetime ağır gelmeyeceğinden korkmasaydım, her namazda onlara misvak kullanmayı emrederdim" buyrulmuştur. Diş sağlığının ne derece önemli olduğunu her fırsatta ilân eden modern tıbba örnek olacak bu düsturu atalarımız, o derece titizlikle uygulamışlardır ki misvak, onların hayat prensiplerinden biri olmuş, en zor şartlarda dahi unutulmamış, ihmal edilmemiştir.
Rivayete göre, sabah vakti Müslüman orduların karargâhını uzaktan keşfe çıkan bir Haçlı müfrezesi, onların sabah lacasında dereye indiklerini, ellerindeki ağaç parçalarını dişlerine aşağı yukarı sürdüklerini, sonra su ile ellerini, yüzlerini, ayaklarını yıkayıp gittiklerini görüp bunun ne olduğunu anlayamayınca bir nevi harbe hazırlık seremonisi yaptıklarına kendilerini inandırırlar. Gelip ordu içinde bunu dillendirdiklerinde, ortalık birbirine girer ve şu yolda cümleler yüksek sesle söylenmeye başlar:
— Müslümanlar, yine bilmediğimiz bir harp hilesi yapıyorlar anlaşılan. Hem bu sefer dişlerini de bileyerek bizi parçalamak niyetindeler. Başınızı kurtarın!
Zavallı Haçlı askerinin giysisi gibi kalbi de kararmış olmalı ki diş temizliği gibi bir medeniyet emaresini, kendi içinde bulunduğu vahşetle tevile kalkıyor ve zihninde mağlubiyeti kabul ediveriyor. Gerçekten de sabah namazından sonra atlarına binip düşman üzerine süren gaziler, karargâhı yerinde bulurlarsa da ordudan bir eser bulamazlar. Çadırlardan birinde yakaladıkları yaralı bir Haçlı askeri, tir tir titreyerek onlara şöyle der:
— Keşfe çıkan askerler, sizin diş bilediğinizi görmüşler. Bu haberi duyunca hiç kimse sizinle savaşmak istemedi ve benim gibi yaralıları da bırakıp çekildiler.
İskender Pala - İki Dirhem Bir Çekirdek

İŞ, IŞIĞINI YAYMASINI BİLENİN


Küçük bir kasabada genç bir adam kendi işini kurdu. Bu, iki caddenin köşesinde bir perakendeciydi. Adam dürüst ve dost canlısıydı, insanlar onu seviyorlardı. Ondan alışveriş yapıyorlar ve arkadaşlarına öneriyorlardı. Adam bir yıl içinde bir dükkandan, Amerika’nın bir ucundan ötekine uzanan bir zincir yarattı. Adam bir gün hastalandı ve hastaneye kaldırıldı. Doktorlar az zamanı kalmış olabileceğinden endişe ediyorlardı.

Adam üç yetişkin çocuğunu yanına çağırdı ve onlara görev verdi:

“İçinizden biri yıllar boyu uğraşarak kurduğum şirketimin başına geçecek. Hanginizin bunu yapacağına karar vermek için, her birinize birer dolar vereceğim. Şimdi gidip bu birer dolarla ne alabiliyorsanız alacaksınız. Ama bu akşam geri döndüğünüzde paranızla aldığınız şey odamı bir uçtan bir uca doldurmalı.”

Çocuklar bu başarılı şirketi yönetme fırsatı karşısında heyecana kapıldılar. Üçü de kente gidip parasını harcadı. Akşam geri döndüklerinde babaları sordu:

“Birinci çocuğum, bir dolara ne yaptın?”

Çocuk yanıt verdi:

“Arkadaşımın çiftliğine gittim, bir dolarımı verdim ve iki balya saman aldım. Sonra odadan dışarı çıktı, saman balyalarını getirdi, açtı ve havaya savurmaya başladı. oda bir anda samanlarla dolmuştu. Ama biraz sonra samanların tamamı yere indi ancak babanın söylediği gibi bir uçtan öbür uca doldurmadı.

Adam sordu:

“Peki ikinci çocuğum, sen paranla ne yaptın?”

“Yorgancıya gittim. İki tane yastık aldım.” Bunu söyleyen çocuk, yastıkları içeri getirdi, açtı ve tüyleri tüm odaya dağıttı. Zaman içinde tüm tüyler yere düştü, böylece oda yine dolmamıştı.

“sen üçüncü çocuğum, sen paranı ne yaptın? Diye sordu adam.

Dolarımı cebime koyup senin yıllar önce gittiğin gibi bir dükkana gittim. Dükkanın sahibine parayı verdim ve bozmasını istedim. Dolarımın 50 sentini çok değerli bir şeye verdim. Kırk sentini kentimizdeki iki yardım kurumuna bağışladım. Böylece bir onluğum kaldı. Bununla iki şey aldım.”

Çocuk elini cebine atıp bir kibrit kutusu ve bir mum çıkardı.

Işığı kapatıp mumu yakınca oda mumun yaydığı ışıkla dolmuştu. Oda samanla ya da tüyle değil, mumla bir uçtan öbür uca ışıkla dolmuştu.

Baba büyük bir mutlulukla güldü. “şirketimizin başına sen geçeceksin oğlum” dedi. “Çünkü yaşam hakkında çok önemli bir şeyi, ışığını yaymayı biliyorsun.”

Sema Maraşlı - Sevgi Öykülerim

20 Aralık 2009 Pazar

İYİKİ SANA RASTLADIM

Bisküvili Yaş Pasta

Uzun zamandır ellerim gitmedi siteye konu eklmeye ama dün girdim mutfağa,kolay olanı tercih ettim bisküvi ile yaptım.Ama kremasını da pudingide kendi ellerimle yaptım...

Malzemeler:
Bisküvi(5 li paketin yarısını kullandım)ben ölçüyü arttırdım.Apartmanda komşularımada ikram ettim pastamızdan.
1,5 bardak süt(bisküvilerimizi ıslatmak için)
Kakaolu kreması için
8 bardak süt,
5 yemek kaşığı nişasta,
5 yemek kaşığı kaşığı un,
1,5 su bardağı toz şeker,
Kakao(kremanın rengini siz ayarlayın),
1 yemek kaşığı terem yağ,
2 kaşık çokokrem,

Pudink için
2 yemek kaşığı nişasta,
2 yemek kaşığı pirinç unu,
1,5 çay bardağı toz şeker,
3 bardaktan fazla süt,
12-13 tane çilek(ben buz dolabıma koymuştum çilekli pudink yapmak için.oğlum çok seviyor pudingi.hazır almak yerine kendim yapıyorum)
Yapılışı:

Kreması
Nişasata,un,şeker tencerenin dibine dökülür.önce 1 bardak süt ile pütür olmasın diye iyice karıştırılır.Ardından kalan süt eklenir iyice karıştırılır.Ocağımızın altını yakıp tenceremizi ocağa koyalım.sürekli karıştıracağız.kakaonun rengini yavaş yavaş ekleyerek ayarlayın.(küçük tek kullnımlıksa hepsi koyulabilir)Koyulaşmaya başladığında çokokremi ekleyelim.Sürlebilir ve koyu olduğunda ocağımızın altını kapatalım.
5 dk kadar bekleyelim.Terem yağıda içine atıp güzelce karıştıralım(daha parlak gürünmesini sağlıyor).


büyük çay tepsisine sütle ıslattığımız bisküvileri yan yana diziyoruz.genişilğini kendimiz ayarlayalım.ben 5 e 4 olarak ayarladım.üzerine krema alalım biraz.sonra tekrar bir kat daha bisküvi dizelim.tekrar kremasını sürelim.kremamız bitene kadar bu işlemi sürdürelim.bizim pasta 5 katlı oldu.son kata da kremamızı sürüp.ıslattığımız süt ve metal kaşıkla üstünü düzeltelim.

çilekli pudink hazırlamak için:
Nişasta, pirinç unu ve toz şeker tenceremizin dibine dökülür.sütün birazı ile iyice karıştırılır.İçine çileklerimizi de ekleyip blendir ile iyice çileklerimizi parçalayalım.kalan sütte eklenip.iyice çırpılır(ben renk vermesi için oğlumun oyun hamuru yapımında kullandığım kırmızı boyadan kullandım.Ama açıkcası pişman oldum.çileğin kendi rengi daha iyi olurdu diye düşünüyorum)
karışımı ocağın üstüne alıp koyulaşana kadar pişirelim.Pastamızın üzerine dökelim.Artanıda kaselere koydum yusufun gözlerindeki ışıltı muhteşemdi pudingi görünce :)

Pastamızı istediğimiz gibi süsleyelim.Buz dolabında 1 saat kadar beklettim.SÜSLEMEDE FINDIK PARÇACIKLARIDA GÜZEL OLUR.


istediğimiz gibi dilim yapıp servis edebiliriz.

AFİYET ŞİFA OLSUN

HAMZA 1 YAŞINDA



İkinci oğlumuz Hamza bugün 1 yaşına girdi. Her geçen gün daha da gelişiyor. Ele avuca sığmadığı gibi birde tutamıyoruz. Ağabeyine çalışma yaptırmıyor, tek başına oyun oynattırmıyor, yemek sofrasında rahat durmuyor. sss sss deyip işi hallediyor.Aslında bu sss sss işi bizim hamza yaramazlık yapmasın diye şişt hamza'dan başladı.oda artık sss sss yapıyorsa bilki bir iş peşindedir :)
Yusufta git gide büyüyor. Kah sinir bozucu, kah şirin... Yemek yememe sorunu var azcık onun haricinde dil pabuç gibi...
Ömrü hayırlı olur inş.
İki kardeş... : )


Hep aynı duruş mazlum duruşlu Yusuf. Muzip, akıllı, her konuda bir fikri olur vede bahanesi...


ssss sss larla mütebessim bebek Hamza... İki dişli kahraman...Hareketli, birazda dediği olmasa kızan bir yapısı var bakmayın böle güldüğüne...


Owner

18 Aralık 2009 Cuma

Eltime İlk Mektup Son Veda


Sesine, sözüne, yüzüne hasret başlıyorum mektubuma. Sana ulaşmayacağını bile bile yazıyorum işte… İçimi döküyorum şu satırlara…

Gidişinin ardından geçen 19 hüzünlü gün. Gelemeyeceğini bile bile gözlerimiz kapıda seni bekledik umutla. İznimiz bitti evimize döndük. Hala içimde bir korsun alev alev yanan. Sensiz 5 dk bile duramayan, kimselere emanet edemediğin yavruların alışıyor sensizliğe. Bensiz durmuyorlar derdin, doktora bile gidemezdin. Fedakâr anne, fedakâr eş, fedakâr gelin… Fedakâr elti… Fedakâr… Fedakâr kimseleri kırmazdın. Anlayışlı ve sabırlı idin. Herkesin dert ortağı oldun.

Her fırsatı değerlendirip bir araya geliyorduk. Birbirimize bakışımız bile sevgimizi anlatıyordu. Bakışıp ta tebessüm ederdik ya. O gül yüzünü gül sözünü özledim. Sana olan sevgimi yazıya dökmek ne kadar da zormuş. Sen anlardın ama, bilirdin bazen dile getirip canım seni çok seviyorum derdim. Tebessüm eder bende seni çook seviyorum derdin.

En son bayrama 1 hafta kala çoruma gittim. Hasta dediler. Çok merak ettim. İçim içimi yedi gelemedim yanına. iş vardı iş… İşi bitirdik te sende bitiyormuşsun anlayamamışız.Arefe günü Eşim geldi araba ile aldı sizi hemen. Kendini kanepeye zor bıraktın. Seni hiç böyle yorgun, bitkin ve de solgun görmemiştim. İçim acıdı, hiç bir şey yapamadım. Gözlerinle gülücükler dağıtırdın o halinden eser yoktu.

İlaçlar bana çarpıntı yaptı. Rahat nefes alamıyorum.
Kalbim daralıyor sanki dedin. Biz çalıştık derman bulup ta kalkamadın. İyi olsan dururmuydun hiç. Bizden önce sen koştururdun. Çok hızlı iş yapardın. Bu konuda hep sana imrenirdim. Ben senin gibi hamarat olamadım hayranım şu haline derdim. Gülerdin alışırsın zamanla olur derdin. Hiç kırmadan yüksünmeden cevap verirdin, dinlerdin beni. Kimselere anlatamadığımı senle konuşurdum. Sıkıntılarımı sana anlatırdım. Ömrün nede kısa imiş. Ne çok şey sığdırmışsın kısacık hayatına. Ne kadar da dolu yaşamışsın. Hayatın baharında derken ….

Bayram oldu sen hala düzelemedin. Rahat nefes alamıyordun. İlacı bıraktın ama çarpıntın hala geçmedi.defalarca doktora gittin sıkıntını anlayamadılar.ilaç verip yolladılar.Neden ben hala düzelemedim dedin.Annem Kızım bayram geçsinde bir uzmana git.Romatizman kalbine vurdu galiba dedi.İnşaAllah bayramı bir atlatayımda iyi bir doktora gideceğim...Ama bayram bitmedi gülüm...

Sen hasta idin bayramın bile tadı yoktu. Şöyle bir şen şakrak çıtır çıtır dönmedin evde. Etle uğraşıyorduk. Şamata gırgır iş uzadı. Canın daraldı. Neden bitmedi hala dedin. Sıkıntılı idin, kendini bir oraya bir buraya attın. Nereye yatacağını bilemedin. Mutfaktaki kanepeye uzandın. Her zaman ki gibi gözüne baktım. Seni böyle görmeye alışkın değiliz içim acıyor bu haline dedim. Rabbim şifa versin tez zamanda dedim. İnşaAllah dedin sadece inşaAllah…
Boğazın kuruyordu yanına sehpa ile 1 bardak su koydum. sağol dedin, çok sağ ol. Ne yaptım da gülüm 1 bardak su bile memnun etti seni.

Bayramın 3. Günü eşim aldı sabah sizi.gelir gelmez nefes nefese uzandın kanepeye.Halsiz ve solgundun.Her gün düzeleceksin diye umut ettik.sen hiç böyle olmazdın.Hiç hastayım demezdin.Akşama kadar yattın kalkamadın.Akşam ben rahat nefes alamıyorum beni hastaneye götürün dedin.Apar topar çıktık yola.

Arabada elini tuttum,avucunu çevirip parmaklarını kenetledin parmaklarıma.sıkıca tuttuk el ele gittik hastaneye kadar.Allah razı olsun dedin hakkını helal et.Bende ne yaptım ki gülüm dedim.Elini tutmuştum destek olmak için.Yapabileceğim başka bir şey yoktu.Elimden hiçbir şey gelmiyor du.Çarpıntın mı var dedim.Evet anlamında başını salladın.belli dedim kalbin yerine sığmıyordu sanki,ta dışarıdan fark ediliyordu.

Gögüs hastalıkları hastanesine gittik.Acil giriş yaptırdık poliklinikte pratisyen doktor vardı.O sırada akraban çıka geldi.Orada çalışıyormuş.Onun sayesinde kan tahlili,röntgen ve ekg çekildi.Uzman doktora muayene ettirdi..Kalbinde ritim bozukluğu var dedi.Devlet hastanesinde uzman doktor görse iyi olur dedi. Eğer orada problem çıkmazsa.hemen geri getirin.burada yoğun bakımda solunum cihazına bağlarız.Gözetim altında 3-4 gün kalır.Sıkıntısının nedenini buluruz dedi.

Oradan ambulans temin ettiler.Devlet hastanesinde de serum takıldı.oksijen verildi.Yarım saat kadar gözetim altında kalsın demiş doktor.Sonra yukarı servise çıkartın demiş.Eşinle gittin Almadılar beni beraberinde.20 dk sonra geldiniz.Ama rengin atmış sapsarı olmuştun.Alnında buz gibi terler.Doktor kalbinde sıkıntı yok şu an demiş.

Akşam boyu elini tuttum.Gözlerine baktım su istermisin dedim.Yine gözlerimizle konuştuk evet dedin.Dudakların kurumuştu.Yudumladın suyundan dudaklarını ıslattım bende.Vücudunun harareti çıkıyordu,yanıyordu sanki dudakların.Akşam boyunca yarım şişe suyu içemedin be gülüm İçinin yangınını söndüremedin bir türlü seni böyle yorgun görmek ne kadar zormuş.30 senenin yorgunluğumuydu kalkamadın,iyileşemedin.

Ambulansla gögüs hastanesine döndük.Ambulans acil kapısında durdu.Artık iyice dermanın kalmamıştı.bir koluna ben diğer koluna da eşin girdi.Zorda olsa kalktın zorda olsa yürüdün dimdik ayakta idin.Sandalye ile yatağına kadar getirdik.destek verdik kalkıp yatağına geçtin yine.Canım benim nasılda terlemişsin böyle dedim alnından öptüm,geçecek dedim geçecek birtanem az kaldı.Buz gibi terlerle dolmuştu alnın.Çok bitkindin biraz toparlanabilimisin dedim.Toparlanamıyorum dedin.Tamam böyle örteyim de üşüme dedim.

Dudakların kurumuş yine Su istermisin canım dedim.Evet dedin gözlerinle.Yudumladın.Su şişesini bıraktım.Masadaki gelen malzemeleri toparlıyordum.Döndüm sana baktım.Akşam boyunca düzeltemediğin yazmanı düzeltmiştin.İmrendim.Allahım nasılda güzelleşmiş.Annesine benzemiş dedim içimden.Eşin geldi yanımıza.işlemleri başlatmıştı.Bir kaç gün hastanede kalacaktık.

O ara elini tuttum yine.ellerin morarmıştı.Ahmet dedim ellerine bak çok üşümüş mosmor olmuş.Boğazından ses geldi.Eşin bak üşüdünde hıcıltın başladı yine dedi.işlemlerini yaptırıyorum az kaldı geçecek.Rahatlayacaksın dedi.Geri çıktı odadan.Ellerini avucumun arasına aldım ısıtmaya çalışıyorum.üfledim üfledim ısındın mı biraz gülüm dedim.Cevap vermedin bana.Yüzüne baktım dalmışmıydın.uyudun mu ne bu hal gülüm.

Fatma…Fatma…Fatma…neden cevap vermiyorsun.Kaldıramıyorum seni Fatma… Fatma…cevap ver ne olur bir ses ver be gülüm.Ne oldu sana ne oldu…Koridora koştum bir şey oldu bakın nolur diyebildim.Sağlık personeli toplandı hemen biliyormuydunuz.Ne kadar da çabuk doldunuz odaya.Bizi çıkardılar odadan.Dışarıdaydık bekliyorduk ümit ve korku içinde.Bıraktık seni yabancı insanların yanında tek başına.
Ne olmuştu birden az önce ellerimde idi elin.Anlayamadım yanında idim yanıbaşında.Sana veda edemedim herkes gibi.Ellerimden kayıp gittin, sessiz sedasız.ne bir ses ne bir veda.Sende mi anlayamadın gülüm.Nasıl oldu.45-50 dk uğraştılar kalbin bir kez bile tık dememiş.İyi olacak eve dönecektik.Ölüme mi getirmiştik seni elimiz boş eve nasıl dönecektik 2 yavruna ve ailene ne derdik,nasıl söylerdik.
Senle umutla çıktığımız kapıdan,gözyaşları ile başımız yerde girdik.yıkılmamak için zor duruyordum ayakta.KAYBETTİK…FATMAYI KAYBETTİK diyebildim.

Odaya girdim Hale uyanmıştı,yanına uzandım sensiz duramayan onlar için doktora bile gidemediğin yavrun sıkıntılı idi.Uyudu uyandı defalarca.Sessizce yattı sadece.Yenge annem nerde,neden getirmedin demedi….Diyemedi yavrum.Sessizce ağladım sabaha kadar yanında,yanıbaşında.Sadece ağlayabildim.

Ertesi gün verdik seni toprağa mezarlıktan seni bırakıp gitmez ne de zormuş.gözlerim arkada sen de gel hadi dedim Kalkamadın,gelemedin.gözlerimde yaşlarla SON VEDA idi bu sana….
SENİ ÇOK SEVİYORUM DEDİM.Ama bu kez cevap vermedin.Huzurla yat gül yüzlü,gül sözlü kardeşim benim…

ALLAHIM SEN MAĞFİRET ET…SEN AFFET…MEKANIN CENNET OLSUN.

Yuucel_19

17 Aralık 2009 Perşembe

AYET-HADİS-DUA-VECİZE




BÜKÇE DİLİ


-İngilizce, Fransızca bir de kendi dilimi de sayarsak Türkçe'yle üç dil oluyor.
-Bugün ben sana dördüncü dili öğreteceğim. Dilin adı Bükçe. Kadınlar tarafından
kullanılır. Sen buna "kadın dili" de diyebilirsin.
-Kadınların ayrı bir dili mi var?
-Tabi ki. Eğer kadın dilini bilirsen bir kadınla yaşamak dünyanın en büyük zevkidir
ama bu dili bilmezsen hayatın kararabilir. O yüzden bir kadınla mutlu olmak isteyen
her erkek Bükçe'yi öğrenmeli.
-İyi de niye Bükçe?
-Çünkü kadınlar konuşurken genellikle, söyleyecekleri sözü, net söylemezler. Eğip
bükerler onun için dilin adını "Bükçe" koydum.
-Bükçe zor bir dil mi baba? diye sordu gülerek.
-Bana bak, çok önemli bir konu, eğleniyor gibisin biraz ciddiye al. Bir kadınla mutlu
olmak istiyorsan bu dili bilmen çok önemli. Çünkü kadınlar sözü bükerek Bükçe
konuşurlar sonrada senin sözün doğrusunu anlamanı beklerler. Felsefesini anlarsan
kolay, anlamazsan zor.
-Tamam baba, haklısın ciddiyetle dinliyorum. Peki, sence kadınlar neden bizimle aynı
dili konuşmuyorlar, söyleyeceklerini direkt söylemiyorlar.
-Bence bir kaç sebebi var. Birincisi, duygusal oldukları için, hayır, cevabı alıp kırılmaktan korktuklarından dolayı, sözlerini de dolaylı söylüyorlar. !kincisi, kadınlar
dünyaya annelikle donanımlı olarak gönderildikleri için onların iletişim yetenekleri çok
güçlü.
-Bu konuda biz erkeklerden bir sıfır öndeler yani.
-Ne bir sıfırı oğlum, en az on sıfır öndeler. Düşünsene, henüz konuşmayan, küçük bir
çocuğun bile yüz ifadesinden ne demek istediğini hemen anlıyorlar. İşin kötüsü
kendiler leb demeden leblebiyi anladıkları için biz erkekleri de kendileri gibi
zannediyorlar. Onun için, leb, deyip bekliyorlar. Hatta bazen, leb, demek zorunda
kaldıkları için bile kızarlar. Niye, leb, demek zorunda kalıyorum da o düşünmüyor, diye canları sıkılır.
-Biz de bazen Canan'la böyle sorunlar yaşıyoruz. Niye düşünmedin, diye kızıyor
bana.
-Kızarlar oğlum kızarlar. Kadınlar ince düşüncelidirler, detaycıdırlar, küçük şeyler
gözlerinden hiç kaçmaz. Bizim de kendiler gibi düşünceli olmamızı beklerler fakat
erkekler onlar gibi değil. Biz bütüne odaklıyız, onlar detaya. Beyinlerimiz böyle
çalışıyor.
-Ne olacak baba o zaman, yok mu bu işin çaresi?
-Var dedik ya oğlum, Bükçe'yi öğreneceksin, bunun için buradayız. Hazır mısın?
-Hazırım baba.
-Bükçe bol kelime kullanılan bir dildir. Biz erkeklerin on kelime ile anlattığı bir konu,
Bükçe'de en az yüz kelime ile anlatılır. Dinlerken sabırlı olacaksın. Mesela karın o gün kendine elbise aldı, diyelim. Bunu sana "bu gün bir elbise aldım." diye söylemez.
Elbise almak için dışarı çıktığı andan başlar, kaç mağazaya gittiğinden, almak için
kaç elbise denediğinden, indirimlerden, yolda gördüğü tanıdıklarından alırken yaptığı
pazarlıktan devam eder ve sana kocaman bir hikâye anlatır.
-Hikaye dili yani.
-Aynen öyle. Sen akıllı bir erkek olarak ona asla, "Hikâye anlatma, ana fikre gel, kısa
kes." demeyeceksin. Böyle bir şey dediğinde, bittin demektir. İster öyle de, istersen
"seni sevmiyorum" de. İki durumda da "seni sevmiyorum" demiş olacaksın.
-Ne alakası var, baba. Seni sevmiyorum demekle, kısa anlat demenin.
-Çok alakası var. Kadınlar dinlenmedikleri zaman sevilmediklerini düşünürler.
-Bu önemli, Bükçe'de dinlemek sevmektir, diyorsun.
-Aynen öyle. Devam edelim. Bükçe ima dolu bir dildir. Kadınlar konuşurken, bir şeyler
ima etmeyi severler. Biz erkeklerde imalı konuşuyoruz diye düşünürler ve sözlerimizle onlara ne demek istediğimizi çözmeye çalışırlar. Oysa erkeklerin ima yeteneği pek gelişmemiştir. Bizim kastımız söylediğimiz şeydir.
-Geçen hafta Canan bana "Bir kaç kilo daha versem gelinliğin içinde daha iyi
duracağım." dedi. Ben de "Böyle de iyisin." dedim. Canı sıkıldı bir kaç saat surat astı.
"Neyin var." diye sordum. "Hiçbir şeyim yok." dedi. Sence nerede hata yaptım?
-Böyle de iyisin, derken o "de" ekini orda kullanmamalıydın. Canan bunu söyle
anlamıştır. Böyle de fena sayılmazsın, eh işte, idare edersin ama tabi daha da iyi,
daha da güzel olabilirsin."
-Peki ne demem gerekiyordu?
-Sunu hiç unutma. Kadınlar kendileri ile ilgili, giysileri ile ilgili ya da aileleri ile ilgili bir
soru soruyorlarsa, kesinlikle iltifat bekliyorlardır. Es kaza eleştirmeye kalkarsan
yandın. Bunu hiç unutmazlar. O gün "Hayatım sen zaten çok güzelsin, kilo vermeye
falan bence ihtiyacın yok." deseydin, o günün zehir olmazdı. Mesela bir gün kucağına
oturup, ağır mıyım, derse sakın "evet, biraz" falan deme "hayır" de. Yoksa bir daha
kucağına oturmaz.
-Yani diyorsun ki bir kadın her daim güzeldir, her giydiği yakışır ve her kadının annesi
bir hanımefendi, babası da beyefendidir. Bana ne yaparlarsa yapsınlar.
-Aferin oğlum, çok hızlı anlıyorsun bana çekmişsin. Kadının, kendi anne babasıyla
sorunu olsa, kendi eleştirir ama asla senin eleştirmeni kabul etmez. Bunu kendine
hakaret olarak alır.
-Ve asla unutmazlar, değil mi?
-Aynen öyle. Yıllar önce annene, annesi için "biraz cimri" demiştim. Hala "Sen benim
annemi sevmezsin." der ve annesi bize bir şey aldığında gözüme sokar, en çok
göreceğim yere koyar.
-Hadi o konularda dilimi tutarım da, su ima isini çözmek zor geldi.
-Zor gibi ama biraz gayret edersen çözersin. En önemlisi imaları anlayacaksın ama
"sen sunu mu demek istiyorsun." diye asla yüzüne vurmayacaksın. İlla Bükçe anlatacak, asık bir yüzle karsılaşmamak için senin de anlaman gerekiyor. "Hayır, evde yiyeceğim ama istersen hazır bir şeyler alıp geleyim, ne dersin." dedim. "Tamam" dedi. Döneri sever biliyorsun, dün eve giderken, ekmek arası döner yaptırdım. Onun dönerini de kepekli ekmek arasına yaptırdım. Bunu düşündüğüm için ayrıca sevindi. O da diyette, düğünde daha zayıf görünme derdinde, bu sıralar.
-Bu Bükçe'de kısa konuşma yok mu baba?
-Var ama yerinde olsam hiç tercih etmezdim. Kadın konuşmuyorsa ya da kısa
konuşuyorsa kesin ciddi bir sorun var demektir. Mesela baktın canı sıkkın,
soruyorsun, "Neyin var" diye. "Hiçbir şeyim yok." diyorsa, aman bir şeyi yokmuş, diye
bırakma. Yoksa az sonra, çok ilgisiz olduğundan yakınarak, ağlamaya başlar.
-Bükçe'de "Hiçbir şey yok" demek "Çok şey var, benimle ilgilen" demek oluyor, o
zaman.
-Evet. Biz erkekler "Bir şey yok." diyorsak ya gerçekten bir şey yoktur, sadece
başımızı dinlemek istiyoruzdur ya da bir şey vardır ama su anda konuşacak bir şey
yok." diyoruzdur. Her ikisinde de konuşmak istemiyoruzdur. Ama kadınlar ilgiyi sevgi
olarak gördükleri için "Bana değer veriyorsan, ilgilen ki anlatayım." demek istiyordur.
Çok nadirdir, gerçekten anlatmak istemiyor olabilir, o zaman da fazla üstüne varıp
bunaltmayacaksın tabi.
-Bir arkadaşım da kadınların "peki" demesi tehlikelidir, demişti.
-Doğru. Bir kadının ağzından çıkan "kuru bir peki, olur, tamam" her zaman tehlikelidir.
Bu Bükçe de "Simdi tamam diyorum ama acısını daha sonra çıkaracağım." demektir.
Sana en kısa zamanda kesin bir ceza keser. Fakat pekinin yanında "peki canım, olur
hayatım" gibi bir hoşluk ekliyorsa korkmaya gerek yok.
-Zor bir dil baba.
-Yok yok gözün korkmasın. Bükçe, konuşman gerekmiyor. Dili anlaman yeterli.
-Anlamak da pek kolay değil ama.
-Korkma o kadar zor değil. Devam edelim. Kadınlar istediklerini söylemek zorunda
kalınca, düşünemediğimiz için biz erkeklere kızarlar, ve konuşurken suçlayarak
konuşurlar fakat suçladıklarının farkında olmazlar. Sitem ediyoruz zannederler.
-Nasıl yani?
-Mesela, karın sana "ne zamandır dışarı çıkmadık." derse bunu suçlama olarak
üstüne alma, seninle gezmek canı istiyordur, bunu sen düşünüp teklif etmediğin için
kalbi kırılmıştır. Maksadı seni suçlamak değildir. "Daha geçenlerde gezmeye gittik."
gibi bir savunmaya girme. "Tamam, canım haklısın, ben de istiyorum, en kısa
zamanda gideriz." de, konu kapanır. Tabi ilk fırsatta da sözünü yerine getirirsen iyi
olur.
-Küçük ama önemli detaylar.
-Aynen öyle. Mesela karın "üşüdüm" diyorsa, üstünü kalın giy demeni ya da kombiyi
açmanı değil, ona sarılmanı istiyordur.
-Keşke okullarda öğretselerdi biz erkeklere Bükçe'yi. Ne kadar erken başlasak o
kadar çabuk kavrayabilirdik, belki.
-Haklısın aslında ben de sana öğretmek için geç kaldım. Neyse zararın neresinden
dönülse kardır.
-Not mu alsaydım, epeyce detayı varmış dilin.
-Sen bilirsin oğlum, unutacaksan al. Keşke ben de not alıp gelseydim. Umarım sana
eksik öğretmem. Simdi aklıma geldi. Kadınların en nefret ettiği sözcük "Fark
etmez"dir. Fark etmezi kadınlar "Hiç umurumda değil, ne yaparsan yap " diye anlarlar.
-En değerli sözcük nedir?
-Sen bil, bakalım.
-Seni seviyorum, demek herhalde.
-Evet, kadınlar "seni seviyorum" sözünü sık sık duymak isterler. Biz erkekler
söylemiştim zaten biliyor diye bu konuda gaflete düşmemeliyiz.
-Bükçe sadece konuşma dili midir baba? Bunun bir de davranış dili var gibi geliyor
bana.
-Ben de tam ona geliyordum. Kadınlar küçük şeylere önem verirler. Aksam ona sarıl,
televizyon izliyorsan sarılarak izle. Gündüz onu düşündüğünü ifade etmek için kısacık da olsa bir mesaj gönder, küçük sürprizler yap. O yemek hazırlarken ona yardım
et, salata yap, çay demle.
-Akşam gelip sırt üstü yatmak yok yani.
-Gözünde büyütme. Sayınca çok şey gibi görünüyor ama aslında bunlar zaman
alacak, zor ve masraflı şeyler, değil. Sen bu küçük şeylere dikkat et, zaten karın sana
paşa gibi davranır, seni yormaz. Bir erkek bu küçük şeylere dikkat etmezse zamanını
karısıyla büyük kavgalar yaparak geçirir. Sevgiyle geçirmek varken niye kavgayla
geçiresin ki? Kadınlar çok vericidir ama eğer sen hep alıp vermezsen, bir gün birden
patlarlar. Küçük küçük alırlarsa, büyük büyük verirler.
-Tamam baba bunlara dikkat edeceğim.
Oğlumun telefonu çalmaya başladı. Arayan nişanlısı;
-Baba çok teşekkür ederim. Bükçe'yi anlamaya başladım. Canan aradı. "Salonun
perdelerini ne renk olsun karar veremedim, yarın birlikte mi baksak." dedi. Tam "Fark
etmez, sen seç" diyecektim ki bunu senin söylediğin gibi "Ev de perde de umurumda
değil" gibi anlayacağı aklıma geldi. "Tabi canım, istersen birlikte bakabiliriz ama ben
senin zevkine güveniyorum, sen seç istersen," dedim çok mutlu oldu. Kendi seçecek.
Alıntı

DÜRÜSTLÜK


Bir anne onüç yaşındaki oğlunun, sinemalara daha küçük çocuklara uygulanan fiyatlarla girebilmek için, gerçek yaşını gizlediğini fark etmişti. Çocuğa hem kendisi hem de eşi, dürüstlük konusunda uzun vaazlar verdiler. Ertesi hafta, oğluyla birlikte, bir gün önce bozulan arabasının tamire alındığı atölyeye gittiler. Teknisyenin vereceği haber kötüydü: Arabanın tamiri en az 2000 dolar tutacaktı. Ama birde iyi haberi vardı: Söz konusu tamiratın tümü garanti belgesi kapsamından karşılanabilecek nitelikteydi.
Asıl kötü haberi ise, garanti belgesini kontrol ettiklerinde almış oldular: Bunun tarihi bir hafta önce dolmuştu.
“Merak etmeyin” dedi tamirci, “tamirat tarihini birkaç gün önceymiş gibi gösteririm ve garanti kapsamına girer” Anne derhal kabul etti.
Dükkândan ayrıldıkları sırada oğlu döndü ve sordu : “Evet anne… Dürüstlüğün sınırı 2000 dolar mıdır?”
Steven W. Vannoy

KALİTELİ OLMAK...


Herkesin dilindedir bu sözcük, dilindedir de nedir bu kaliteli olmak?
Kaliteli olmak; sabah evinizden çıkarken ailenizin arkanızdan hayır dua etmesidir!
Kaliteli olmak; komşularınıza hasta olduklarında bir çorba ısıtacak kadar yakın, evlerine kaçta girip kaçta çıktıklarıyla, evlerine kimin geldiğiyle ilgilenmeyecek kadar da mesafeli olmaktır!
Kaliteli olmak; bir dostunuzla iyi iken sizinle paylaştığı şeyleri, günün birinde dargın düştüğünüzde saklamayı bilmektir!
Kaliteli olmak; ırk, din, dil, cinsiyet, renk, şekil ayrımı yapmaksızın insanlara ve diğer yaratılmışlara önyargısız bakabilmektir!
Başta kendisi olmak üzere karşısındaki kişi (makam-mevkisi ne olursa) çocuk bile olsa saygılı olmaktır. "Herkes bir krala karşı kibar olabilir. Ancak bir dilenciye karşı kibar olabilmek için kaliteli bir insan olmak gereklidir".
Kaliteli olmak; üstünüz başınızın "marka" giysilerle kuşanmış olması değil, yüreğinize kaç kişi sığdırabildiğinizdir!
Kaliteli olmak; her yeni öğrendiği bilgi yüzünden daha önce kendisinin de bilmediğini unutarak o bilgiyi bilmeyenlere karşı yukardan bakmamak, ama alçakgönüllü olacağım diye de "cahil" karşısında susmamaktır!
Kaliteli olmak; yüreğinde nefret tohumları yerine, sevgi çiçekleri barındırabilmek ve bunu yaparken de bir karşılık beklememektir!
Kaliteli olmak; bir yarışı, bir mücadeleyi kaybettiğinde, kazananı alkışlamayı bilmektir!
Kaliteli olmak; insanların arasını bozmak için değil, düzeltmek için uğraşmaktır!
Kaliteli olmak; karşındaki insana güvenmektir!
Kaliteli olmak; hoşgörülü olmak, herkesin bir insan olduğunu, herkesin hatalar yapabileceğini aklımızdan çıkarmamaktır!
Kaliteli olmak; bir haksızlık karşısında, haksızlığın bize yapılıp yapılmadığına bakmaksızın ortada bir haksızlık olduğunu söyleyebilmektir! Ve gereğini yapmaktır.
Dünyada geçici bir süre size verilmiş her türlü makamdayken egonuzdan, kişisel zaafiyetlerden, menfaatlerden uzak davranmaktır!
Kaliteli olmak; yukarıda sayılan güzellikleri yaşayarak ortaya koymaktır.
Kaliteli olmak; dengeli ve ölçülü davranmak, ölçüyü kaçırmamaktır.
Kaliteli olmak; sadece kendi ve ailesine değil içinde bulunduğu topluma, hatta insanlığa katkı sağlayacak çalışmalar yapmaktır.
Kaliteli olmak; zamanın en büyük nimet olduğu bilinci ile zamanı en iyi kullanmak ve yönetmektir.
Kaliteli olmak; başkalarının sizin elinizden, dilinizden vs. emin olmasıdır.
Kaliteli olmak; size emanet edilen her şeyi (söz, eşya, para gibi) korumak ve hak sahibine aldığınız gibi teslim etmektir.
Kaliteli olmak; verdiği sözde durmaktır.
Kaliteli olmak; adaleti gözeterek davranmaktır.
Kaliteli olmak; özgüvenli olmaktır ancak kibirli olmamaktır.
Kaliteli olmak; her türlü kötü huydan (iki yüzlülük, çekememezlik, hasetlik, kıskançlık, yalan, kötü niyet, merhametsizlik vs. ) uzak yaşamaktır.
Kaliteli olmak; ince düşünceli ve nezaket sahibi olmaktır.
Kaliteli olmak; problem üretmek ve problemin parçası olmak yerine çözüm üretmektir.
Kaliteli olmak; yaptığı iş ne olursa olsun, en iyi yapmaktır.
Kaliteli olmak; bilgiye ve eğitime önem vermektir.
Kaliteli olmak; özverili olmaktır.
Kaliteli olmak; paylaşımcı olmaktır.

MUTLULUGUN FORMÜLÜ


Şöyle bir düşünüp de, dünyada paylaştıkça artan tek şeyin sevgi olduğunu fark ettiğinizde; onun ne kadar özel bir kavram ve ne kadar güzel bir duygu olduğunu da keşfedersiniz.
Sevgi bir bütündür; bu bütünlük, farklı farklı parçacıklardan oluşur. Tıpkı kalbimiz gibi. Kalbimizde de birçok odacıklar ve bu odacıkların kapıları vardır. Her kapının arkasında da farklı sevgiler vardır: Allah sevgisi, insan sevgisi, anne-baba, kardeş sevgisi, doğa, hayvan sevgisi, aşk sevgisi...
"Ruhun dili bedendir, kalbin dili ise sevgidir."
Yaşam, her yönüyle bir koşuşturmacadan ibarettir; bir mücadeledir... Mutluluk mücadelesi. Varoluşumuzun temeli olmasa da, yaşamımızı sürdürmenin temelinde "mutluluk mücadelesi" yatar.
Mutluluk yolunda en büyük silahımızdır sevgimiz. İşte bu yolda en büyük çabamız da, bu sevgiler arasındaki koşuşturmacadan oluşmalıdır. Yaşamımız boyunca, mümkün olduğu kadar bu odacıkların kapılarını çalmalı, ihtiyaçlarımız ölçüsünde bu farklı sevgileri tatmalıyız.
"Mutlu musun, için içine sığmıyor mu; çal bir odanın kapısını, paylaş sevgiyi doyasıya. Derdin, kederin mi var, yüreğin mi yanıyor; ne duruyorsun, çalsana bir kapıyı!"
Unutmayalım ki, mutluluk bir amaç, sevgi ise, bu yoldaki en büyük araçtır. Ve bu yolda ne kadar çok sevgiyi tadarsak, mutluluk yolunda o kadar yol almış oluruz. Bunun bir "Pollyanna"cılık olmadığının farkına vardığınızda, yüzünüzdeki tatlı tebessümün, mutluluğun resmini çizin...

14 Aralık 2009 Pazartesi

AYET-HADİS-DUA-VECİZE




ÖLMEYİ ÖĞRENMEK


Ölmeyi öğrendiğinde yaşamayı da öğrenmişsin demektir!
Bir dönem dünyayı sallamış bir efsane grup için ne hazin final!
Kurucularını çoktan toprağa vermişlerdi.
Artık birbirlerini görmüyorlardı bile...
"En küçükleri"nin ölüm döşeğinde buluştular son kez...
Kim bilir nelerden konuştular.
Çıkan ikili, gözyaşlarını sildi gizlice...
Kalan, ölüm için saat saymaya devam etti.
Beatles'ın en genç üyesi (58 ) George Harrisson'ın beklenen ölümü bana Mori'yi hatırlattı.
Mori Schwartz, hayat dolu bir üniversite profesörü...
1994'te vücudunda bir gariplik hissetmiş. 60'lık vücudu artık dans derslerini kaldıramayacak kadar bitkinleşmiş. Doktora gittiğinde yakında öleceği haberini almış:
Hastalık Mori'yi tekerlekli sandalyeye bağlamış. Dersleri bırakmış, evdeki bakıcının kollarında bebekliğe yeniden dönmüş: Kucaklanıp kaldırılır, başkası tarafından yıkanır, poposu pudralanır olmuş.
Düşünmüş o zaman:
"Kendimi bırakıp yok olmayı mı bekleyeyim, yoksa kalan zamanımı en iyi şekilde değerlendireyim mi?"
Sonunda ölümünden utanmamaya ve yaşamla ölüm arasındaki son köprünün bütün ayrıntılarını anlatmaya karar vermiş.
Hayattaki son dersi, "kendi ölümü" olacakmış.
Önce sevdiklerini toplayıp, onlara bir "canlı cenaze töreni" düzenlemiş.
Bizim ancak ölenlerin ardından yaptığımız sevgi konuşmalarını hayattayken dinleme ve gönlünce cevap verme şansını yaratmış.
ABC televizyonunun ünlü haber sunucusu Ted Koppel'ın programına konuk olunca üne kavuşmuş.
Dünyanın dört bir yanından mektup yazan, röportaja gelen insanlar ona "son yolculuk"u sormaya başlamışlar.
Mori'nin bu sorulara verdiği yanıtlar Türkçede de yayımlandı.
(Mitch Albom, "Öğretmenim Mori'yle Salı Buluşmaları", Boyner Y. 1997) Birbirinden ilginç o yanıtlardan benim aklımda kalan ders şu oldu:
"Herkes öleceğini bilir, ama kimse buna inanmak istemez. Oysa öleceğimize inansak, bazı şeyleri farklı yapardık. İnsan ölmeyi öğrenince yaşamayı da öğrenmiş oluyor. Budistlerin yaptığını yap ve her sabah omuzundaki küçük kuşa sor:
'- O gün, bugün mü? Hazır mıyım? Olmak istediğim insan mıyım? Kariyer, iyi maaş, araba ve ev taksitleri... Hayattan istediğim şey bu mu?'"
"Şuraya uzanmış yavaş yavaş ölürken rahatlıkla söyleyebilirim ki, istediğin kadar güce ya da paraya sahip ol, yaşamı satın alamazsın" diyor Mori...
"- Son bir 24 saatin olsa ne yapmak isterdin?" sorusuna ise herkesi şaşırtacak kadar sade bir cevap veriyor:
"- Sabah kalkar, jimnastiğimi yapar, ardından çörek ve çayla kahvaltı eder, yüzmeye giderdim. Sonra arkadaşlarımı evde güzel bir öğle yemeğine davet eder, onlara ne kadar değer verdiğimi anlatırdım. Ardından ağaçlıklı bir bahçede yürüyüp renkleri, kuşları seyreder, doğayı içime çekerdim. Akşam sevdiklerimle bir restorana gidip yemek yer ve en güzel kızlarla tükeninceye dek dans ederdim. Ardından eve gelir mükemmel bir uyku çekerdim".
Sizin bunları yapacak vaktiniz var.
Bütün yapmanız gereken arada bir omzunuza bir bakış atıp sormak:
"Bugün mü küçük kuş, bugün mü?.."
Can Dündar

NASILSIN, İYİMİSİN?


"Nasılsın? İyi misin?" diye sordu annem.
"İyiyim" dedim; adettendir ya...
Kısa süren telefon konuşmasının ardından, nereden esinlendiğini bilemediğim bir düşünce huzursuzluk verici bir saplantı halinde saatlerime mal oldu.
Otuz yedi yaşımdayım ve bu yaşıma kadar bir kez olsun "Mutlu musun?" diye
sormamıştı. Ne kadar düşünsem de anımsayamadım. Eminim ki sormuş olsaydı hatırlardım.
"İyi" olmakla "Mutlu" olma arasındaki fark... Meğer ne büyükmüş.
Tut ki üç yaşında bir çocuğun var.
Mesai saatlerinde ona bakabilecek bir bakıcı arıyorsun. İki aday buldu.
Birinci aday çok titiz. Uyku saatleri konusunda despot, yemek zamanı ve dengeli beslenme konusunda ise bir uzman. Hijyen desen ondan sorulur.
İkinci bakıcı ise sanırım biraz zıpır. Zeki bir kıza benziyor. Bebek onu daha çok sevdi. İyi anlaştılar. Hangisini tercih ederdin?
İlk bakıcıyı seçersen çocuğun sağlıklı olur. Temiz bir ortamda düzenli bir hayat sürer. Dengeli beslenir, zekâ gelişimine yararı olacak oyunlar oynar.
İyi olur yani. İkinci bakıcıda ise üşüyüp hasta olabilir. Çikolata, dondurma, cips ve benzeri abur cuburla beslenme riski söz konusudur. Eve döndüğünde çamurlara bulanmış, kum havuzunda tepinmekten giysileri kum içinde kalmış, paçaları ıslak bir çocukla karşılaşabilirsin. Gün boyu çığlık çığlığa kahkahalar atmaktan bitkin düşmüş yavrunu, halının üzerinde uyumuş kalmış bulabilirsin.
Geçirdiği harika günün gülümsemesi, uykuya teslim olmuş yüzündedir; kim bilir hangi burun üstü çakılmadan armağan alnındaki çizikler ve son çikolatanın dudağının kenarında kalmış lekesi de... Bebek mutludur.
Bir bebek söz konusu ise eminim ki çoğunluk ilk bakıcıyı tercih edecektir.
Peki ya bu yazıyı okuyan sen...
Mutlu musun? İyi misin?
İkisi birden olabilir misin? İyi düşün ve kendine karşı dürüst ol.
Bu aralar annem, evlenmem konusunda üzerimdeki baskılarını artırdı. Bir yığın aday bulup karşıma dikiliyor. Adaylar ona göre mükemmel. Evinin kadını olabilecek, beni derleyip toparlayacak, hayatımı düzene sokacak kızlar.
Tabii ki kişilikleri de aynen öyle. Hepsi öncelikle birer anne adayı. Eş değil, yoldaş değil. "Keşke anne olacağımıza, öncelikle bir sevgili ve bir eş olabilseydik" diyecekleri yaşlarına henüz gelememişler. O geri dönüşü olmayan zamana. ..
Anneme rest çektim. Mutluluğu seçiyorum. Açlıktan ölmeyecek kadar yiyeceğim.
Canım istediğinde uyuyacağım. Ertesi gün iş yerimde uykusuzluktan gebereceğim.
Hayatımla ilgili hiçbir plan yapmayacağım. Hafta sonlarımda ve tatillerimde sadece olmak istediğim yerde olacağım.
Çocuğumu ikinci bakıcıya vereceğim ve tekil şahıs kipiyle kurduğum tüm bu cümleleri çoğul yapabilecek kadına elimi uzatacağım.
İktisat teorisi: Ders 1, yaş 35: Sermaye belirsizliğinde, günlük kâr esasına dayalı ticari yöntemler geçerlilik kazanır.
Ömürden daha belirsiz bir sermaye var mıdır?
O halde: Bu gün, yarından arttırdığımla yetinmeyeceğim; yarına, bugünden arttırdığımı bırakacağım.
Sorumsuz olduğumu düşünenlerle musalla taşında dalgamı geçeceğim:
"Nasılsın? İyi misin?"
"İyiliğin ölçütü soruyu sorana göre değişir. Sana göre iyi değilim anne ama mutluyum."

16 Kasım 2009 Pazartesi

Avucumdaki Kelebek

Ahmet Şerif İzgören
1. bölüm



2. Bölüm


3. Bölüm


4. Bölüm


5. Bölüm


6. Bölüm


7. Bölüm


Faydalanılması Dileği ile, yorumlarınızı bekliyoruz...