29 Nisan 2009 Çarşamba

DANA ETİ DİYE DOMUZ ETİ SATIYORLAR


Bu tuzağa düşmeyin:

Tarım Bakanlığı tarafından ruhsat verilmiş çiftlik bulunmamasına rağmen Türkiye'nin birçok yerinde kaçak domuz üretimi ve kesimi yapılıyor.


Vatandaşın sağlığını olumsuz etkileyen gıdalara savaş açan Tarım Bakanlığı Koruma ve Kontrol Genel Müdürü Doç. Dr. Muzaffer Aydemir, denetimlerde domuz etinin dana eti diye satıldığını tespit ettiklerini söyledi. Tüketicileri dikkatli olmaya çağıran Aydemir, "Pazarda ve marketlerde son günlerde 'd.eti' etiketiyle satılan ürünlerle karşılaşıyoruz. Vatandaş d.eti'ni dana eti olarak algılayabilir. Güvendiği yerden et almalı." uyarısında bulundu.

Türkiye'de Tarım Bakanlığı'ndan ruhsat alan domuz çiftliği olmamasına rağmen kaçak üretim ve kesim yapılıyor. Yaban domuzu avlanarak turistik oteller başta olmak üzere birçok noktada satılabildiğini dile getiren Tarım Bakanlığı Koruma ve Kontrol Genel Müdürü Doç. Dr. Muzaffer Aydemir, bu kapsamda oteller başta olmak üzere denetimlerin aralıksız sürdüğünü kaydetti. Aydemir, buna rağmen Türkiye'de 3. sınıf domuz mezbahası bulunduğunu ifade etti. Domuz etinin dana eti diye satıldığını da söyleyen Aydemir, "Tüketicimiz bu konuda dikkatli olmalı. Pazarda ve marketlerde satılan ürünlerin içerisinde de domuz eti olabilir. Son günlerde 'd.eti' etiketiyle satılan ürünlerle karşılaşıyoruz. Vatandaş d.eti'ni dana eti olarak algılayabilir ancak buna itibar etmemeli, güvendiği yerlerden et almalı." uyarısında bulundu. Türkiye'de bir iki yerde kaçak domuz eti kesimi yapıldığının tespit edildiğini belirten Aydemir, kaçak üretim yapanlara ilişkin yasal prosedürün işlediğini ifade etti. Mahkeme sürecinin ise devam ettiğini kaydetti.

Tarım Bakanlığı, vatandaşın sağlığını olumsuz yönde etkileyen kalitesiz gıdaya savaş açtı. Alo 174 Gıda Hattı ile 24 saat ihbar ve şikâyet alan bakanlık, denetim ayağını güçlendiriyor. Bu kapsamda 5 bin olan gıda denetçisi sayısı önümüzdeki iki üç yıl içerisinde 10 bine çıkarılacak. Gıda mühendisi, bitki koruma uzmanı ve veteriner hekim denetçisi başta olmak üzere her konuda uzman gıda denetçisi alınacak. Merdiven altı üretimlerin önüne geçmek için pazar, bakkal ve marketlerin yanı sıra tüm üretim ve satış noktaları didik didik edilecek. Piyasada herhangi bir ruhsatı olmadan 3-4 TL'ye salam ve sosis satıldığına dikkat çeken Tarım Bakanlığı Koruma ve Kontrol Genel Müdürü Doç. Dr. Muzaffer Aydemir, vatandaşı aldığı ürünün özelliklerine dikkat etmesi konusunda uyardı.

Çocukların sağlığını da önemsediklerini belirten Koruma ve Kontrol Genel Müdürü Aydemir, önümüzdeki günlerde okullarda süt günü düzenlenebileceğini aktardı. Milli Eğitim Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı ile birlikte ortak çalışma yürüttüklerini anlatan Aydemir, "Kantinlerde süt ve sütlü içeceklerin gazlı içeceklerden daha fazla olması konusunda ortak çalışma yürütüyoruz. Milli Eğitim Bakanlığı ile de protokol imzaladık önümüzdeki aylarda bu konu yürürlüğe girebilir." diye konuştu.

Sorunlu ürünleri Alo 174'e şikâyet edin

Zaman'a gıda güvenliği konusunda bilgi veren Tarım Bakanlığı Koruma ve Kontrol Genel Müdürü Doç. Dr. Muzaffer Aydemir, sağlıksız ürünlerin ortadan kalkması için denetimin yanı sıra bilinçli tüketici sayısının da artması gerektiğini belirterek, "Cazip fiyatlarla reyonlarda sergilenen veya pazarda soğuk zinciri ve ambalajı olmayan ürünleri tercih etmeyin. Sorun gördüğünüzde şikâyet edin ve bizim fahri denetçimiz olun." dedi.

28 Nisan 2009 Salı

Bilmek İçin Öğrenir, Tanımak İçin Yaşarlardı



"YEDIREN O, DOYURAN O, AZDIRAN D, ÖLDÜREN 0, ÖYLE İSE 0 NDAN NİÇIN KONUŞULUYOR?. YAĞDIRAN O,
YAĞMURU DINDİREN O, OTU BİTIREN O, OTU SOLDURAN O, HERŞEYİ YARATAN DA O. ÖYLE İSE ONDAN NİÇİN AZ BAHSEDİLIR?. "

O DİYARIN SAKİNLERİ, Hira mağarasından yükselen "ikra" emrine kulak verirler, fayda vermeyen ilimden Allah'a sığınırlardı. Herhangi bir işi körü körüne yapmaz, o iş hakkındaki ilahi ölçüyü öğrenirlerdi. Çünkü inanmışlardı ki: Hayatın manası ubudiyet (Allah'a kulluk), ubudiyetin ölçüsü ise dindir (İslâm 'dır), Allah'a karşı sorumlu oldukları herzeyi ibadet sayarlar ve bu ibadetlerini icra ederlerdi. Zamanımızdaki insanlar gibi önlerine gelen her lokmayı yutmazlardı. Taassupça bir inanışları yoktu.
O DİYARIN SAKİNLERİ, ilim öğrenmede yaşı bahane etmezler, asalarına dayana dayana ilim öğretilen yerlere giderlerdi. Yaşları ilerlemiş, kemikleri incelmiş, asalarına dayanarak ilim meclisine gelen bu talebelere:
- "Sen hangi taşın, hangi ağacın ve hangi toprak parçasının yanında geçmiş isen sana Allah'tan mağfiret dilemiştir." müjdesi verildi.
O DİYARIN SAKİNLERİ, ya alim olurlar veya talebe olurlardı. Tevbe ve istiğfarların günahlara keffaret olduğu gibi, ilim öğrenmesinin de günahlara keffaret olacağına inanırlardı, Bu husustaki gayretleri: Kişinin ilimden bir çekirdek öğrenmesi kendisi için bir rekat nafile namaz kılmasından daha iyidir, sözü ile akşam dönmenin cihad olmadığını sanan kimseleri aklı eksik olarak nitelendirirlerdi.
O DİYARIN SAKİNLERİ, bilmeden yapıları ibadetlerin kendilerine fayda sağlamayacağına inanırlardı. Allah'ın emirleri için: Neden, nasıl vari itirazları olmaz, sadece hikmetlerine inmek isterlerdi. Başlarında Peygamberleri, hayatlarında İslâm-ı hakimiyet noktasında devletleri olduğu halde yine ilimden, ilim öğrenmekten geri kalmazlardı. Hatta Peygamberlerden şu sözü duydukları halde:
"Siz, din alimleri (fukahası) çok, okuyucu ve hatipleri aç, soranları az, cevap verenleri çok bir diyar ve zamandasınız. Bu vaziyet karşısında, amel, ilimden hayırlıdır. Yakında bir zaman gelecek, alimler azalacak, konuşmalar çoğalacak, soranlar çok olacak, cevap verebilen az bulunacak. İşte o zaman ilim, amelden hayırlıdır" (İhya 1/22)
O DİYARIN SAKİNLERİ, öğrendikleri ilimlerin sadece hamallığını yapmazlar, ilimleri ile amel ederlerdi. Amel ederken de ihlası elden bırakmazlardı. Şu gerçeği çok iyi kavramışlardı: İnsanların hepsi de tehlike ve helak üzeredir, yalnız ilmiyle amil olanlar hariç, ilmi ile amil olanlar da helak üzeredir, ancak ihlas üzere amel edenler kurtulacaktır. İşte onları korkutan bu husus idi. Onlardan biri bakarsınız bir sureyi 6-7 ayda ancak bitirirdi. Bir ayeti öğrenip onunla amel etmedikçe ikincisine başlamazlardı: Amel ederlerken benizleri sararır, tüyleri diken diken olur, mangalda kızartıları et kokusu gibi ciğerlerinden çıkan aşk-ı ilahinin kokusu duyulurdu. Hatta bazen kapı komşusu şikayet edercesine: "Et pişirdiniz de niçin bize tattırmadınız?" derdi.
O DİYARIN SAKİNLERİ, aklı muhafaza düsturunda hassasiyetle durur, İslâm'ın dışındaki muharref olmuş kitapların bilgilerinden akıllarını korurlardı. Çünkü aklın dayanağı ve gıdası vahiy idi, akıllarını vahyin dışında müstakil tutmak isteyenlerin, Belam, Samiri, Haman olmak gibi neticelere gidileceği gerçeğini Kur'an'dan öğrenmişlerdi.
Biz o diyarın sakinlerinin öğrendiği ilme muhtacız. Allah'a sığınılması icab eden ilimlerle, putperestlik vasfına haiz her ilim ve bilgi dalına elimizin tersi ile bir işaretimiz kalmıştır. Çünkü Kur'an ilimleri bizi hep yüceltir. Bunun dışındaki ilimleri sağladığı medeniyet, bizim ilmimizin verdiği medeniyetin daha ilk basamağına kavuşamaz. İsteriz ki; bu ilimler merkezi bir otorite tarafından organize yapıla dursun Biz bu hususta vagon değil, lokomotif olmak durumundayız.
Abdullah Büyük

BAĞDAT GİBİ DİYAR OLMAZ



Dilimizdeki "Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz." sözünün aslı muhtemelen "Ane gibi yar; Bağdat gibi diyar olmaz." şeklindedir. Çünkü sözün aslındaki Ane kelimesi, Bağdat yakınlarındaki sarp bir uçurumun kuşattığı dik bir geçidin adıdır. Bağdat gibi (güzel) şehir, Ane gibi de (sarp, ama manzaralı) yar (uçurum) olmaz, demeye gelir. Ancak siz Bağdat'ın Osmanlı Türk'ü için önemine bakınız ki oradaki Ane'yi anne yapıvermiş. Tıpkı "Yanlış hesap Bağdat'tan döner." sözüyle Bağdat'ın eskiden beri bir ilim merkezi olduğunun altının çizilmesi gibi.
İskender Pala - İki Dirhem Bir Çekirdek

25 Nisan 2009 Cumartesi

KAĞIDA DOKUNAN KALEM


KAYIP HAZİNEMİZ: DİALOG 1



İnsan eğitiminin ve insanlar arası ilişkilerin en önemli araçlarından biri de, iletişim, karşılıklı konuşma, anlaşma, uyum sağlama anlamına gelen diyalogdur.
Aslında insan, insan olması nedeniyle diyaloga açıktır. Zira insanın bir anlamı da ünsiyet kurmak, insanlarla kaynaşmak, ülfet etmek demektir. Diyalogun zıddı, fanatizm, müsamahasızlık, baskı ve zorbalıktır. Bunlar ise insanlar arası ilişkiyi bozar. Zira Peygamberimizin ifadesiyle “Mümin ülfet eder ve kendisiyle ülfet edilir. Ülfet etmeyen ve ülfet edilmeyen kimsede hayır yoktur.”
Önce yüce Rabbimiz insanlarla diyalog kuruyor: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye ruhlara soruyor. Onlar da “Evet (Rabbimiz olduğuna) şahit olduk, dediler.” (7 Araf, 172)
Yüce Rabbimiz sık sık “Ey insanlar!”, “Ey iman edenler!”, “Ey kullarım!” buyurarak insanlara sesleniyor, hitap ediyor, onlarla konuşuyor. Onun için Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: “Biriniz Rabbi ile konuşmayı seviyorsa, Kur’an okusun.” (1) buyurmuştur. Yüce Rabbimiz “Beni anın ki ben de sizi anayım” (2 Bakara, 152) buyurmuştur. Yine “Kullarım sana Beni sorduğu vakit deki, Ben herhalde yakınım. Dua edenin duasını, Bana dua ettiği anda işitir, ona karşılık veririm. O halde kullarım da Benim davetime uysunlar ve Bana inansınlar, umulur ki, doğru yolu bulurlar.” (2 Bakara, 186) buyurarak kulun Allah ile diyaloğa geçmesi istenmiştir. Zira diyaloğun en önemli ve devamlı araçlarından biri de duadır.
Günümüz metaryalist ve maddeci insanı yaratılış amacından uzaklaşmış, monotonlaşmış ve yalnızlaşmıştır. “Ve Allah’ı unutup Allah’tan habersiz olan, bu nedenle Allah’ın da kendileri için neyin iyi ve kötü olduğundan habersiz bıraktığı ve kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar Allah’ın dosdoğru yolundan çıkan kimselerdir.” (59 Haşr, 19)
Çağımızda hızlı ve yoğun yaşama tarzı, insanın kendini unutmasına, insan ilişkilerinde çok gergin, çatışmalı geçmesine sebep olmuştur. İnsanlar kendilerinden habersiz- muhasebesiz, hesapsız yaşıyorlar. Bu gerginlik çevreye de yansıyor. İnsanların en yakınları olan akrabaları bile akrep gibi görülür olmuştur.
Şairin dediği gibi;
Ta ezelden akraba idik,
Şimdi akrep olduk biz bize.
Sırrımız meydana çıktı,
Bakmaz olduk yüz yüze,
Kimse bilmez akrabanın akrabadan çektiğini,
Akrep etmez akrabanın akrabaya ettiğini.
Kuşkanadıyla uçar, ağaç dalları ve yapraklarıyla meyve verir ve güçlenir, insan da akrabalarıyla, arkadaşlarıyla, eş ve dostlarıyla huzur ve mutlu olur. “Rızkının çoğalmasını ve ömrünün uzamasını isteyen, seven kimse sıla-ı rahim yapsın (akrabalarını arayıp sorsun, kollayıp gözetsin)” (2)
Ailemizden sonra en yakın sosyal çevremizi oluşturan komşularımızla nasılız?
— Gelip gidiyor muyuz, arayıp soruyor muyuz?
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir savaş için yola çıktı ve:
“Komşusuna eziyet edenler bugün bize katılmasın!” buyurdu. Oradakilerden biri: ”Ben komşumun duvarının dibine küçük abdest bozmuştum.” deyince Hz. Peygamber: “Sen bugün bize katılma” buyurdu (3). Görüldüğü gibi, komşusuna eziyet edeni, Hz. Peygamber savaşa götürmemiştir.
Yüce Rabbimiz, müminleri şöyle tanıtıyor: “O (akıl sahipleri) Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten (akrabalık bağlarını koparmayıp, onlara iyilik eden) Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.” (13 Rad, 21)
Sahi komşularımızla, akrabalarımızla irtibatımız nasıl? Arayıp soruyor muyuz? Hani diyalogdan yanaydık!
Bayramlarımızı nerede geçiriyoruz? Pek çoğumuz bayramlarda tatil yerlerine, yatlara kaçmıyor mu? Bakınız önderimiz, örneğimiz ne buyuruyor:
“Yanıbaşında komşusu aç iken, doya doya yiyen kişi gerçek mü’min değildir.” (4)
“Akrabalarına iyilik eden kişi, sadece onların iyiliklerine karşılık veren değildir. Akrabalarına asıl iyilik eden kişi, akrabaları kendisiyle ilişiklerini kopardıklarında onlara iyilik yapmaya devam edendir.” (5)
Hele hele aile içi diyalogdan ne haber? Bir-birinin hayat arkadaşı, can yoldaşı olan ve cennette de beraber olmak için nikâhladığı eşleriyle insanlarımızın diyalogları nasıl? Akşama kadar herkese gülücük dağıtan, şen-şakrak olanlarımız evde nasıllar acaba? Televizyonun kumandası, gazeteler vs. evimizde bizi duvar gibi sessiz, buzdolabı gibi soğuk mu yapıyor yoksa?
İşte diyalog budur.
Devam edecek...

YARDIM SEVEN ÇOCUK



Bir varmış, bir yokmuş,
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Ben giderim çarşıya,
Saklı saman içinde.
Saman yelde dağıldı,
Uçtu gitti havaya,
Uzakta bir ev gördüm,
İçinde bir çocuk gördüm,
Ne çok yakında, ne de çok uzakta.
Şehirlerden bir şehirde Oğuzhan adında bir çocuk yaşarmış. Oğuzhan'ın kötü bir huyu varmış. Çok tembelmiş. Kimseye yardım etmek istemezmiş. Oğuzhan'ın ihtiyar bir babaannesi varmış. Yaşlı kadıncağız bir gün susadığında Oğuzhan'dan bir bardak su istemiş.
Oğuzhan ise yerinden bile kıpırdamadan;
-Öf be!... İkide bir benden su istiyorsun, kalkıp alsana; ayakların var. Niye beni çağırıyorsun? diyerek onu azarlarmış.
Babaannesi;
-Oğlum ben çok yaşlıyım, ayaklarım ağrıyor. Yerimden kalkamıyorum. Seni hiç yormak ister miyim? dermiş üzülerek.
Oğuzhan ise;
-Bıktım senin isteklerinden, diyerek sokağa gitmiş.
Sokakta oynadığı bir gün, mahallelerinde oturan yaşlı bir teyze, ondan yardım istemiş. Pazardan gelen yaşlı teyzenin elleri kolları dolu olduğundan güçlükle yürüyormuş. Oğuzhan, yaşlı kadını görür görmez başını çevirmiş. Başka yere bakıyor gibi yapmış. Ama yaşlı kadın o kadar tıkanmış, yorulmuş ki Oğuzhan'ın yanında durmuş.
-Oğuzhan, Oğuzhan!... diye seslenmiş.
Oğuzhan istemeden bakmış.
-Bana biraz yardım edebilir misin? Şu torbayı eve kadar götürebilir misin? diye ricada bulunmuş yaşlı kadın.
Oğuzhan yardım etmeyi hiç sevmediği için;
-Hayır götüremem, eve geç kalıyorum, demiş.
Koşarak eve gitmiş. Yatağına yatmış ve uyumuş.
Uyur uyumaz bir rüya görmeye başlamış. Rüyasında Oğuzhan yaşlanmış, beli bükülmüş, dede olmuş. Karısı ona;
"Hadi git pazardan alışveriş yap, evde bir şey kalmadı." demiş. Oğuzhan güçlükle yerinden kalkmış, her tarafı ağrıyormuş. Pazara gitmiş, alışveriş yapmış. Fakat aldıklarını taşıyamıyormuş. Bir çocuktan yardım etmesini rica etmiş. Çocuk ona yardım etmemiş. Yolda başka çocuklara, gençlere söylemiş, onlar da yardım etmemişler. İhtiyar Oğuzhan terlemiş, terlemiş... Kolları ağrımış, bacakları yürüyemez olmuş. Küçüklerin, gençlerin ona yardım etmemeleri o kadar da zoruna gitmiş ki... Elindekileri bırakmış ve ağlamaya başlamış. Kan ter içinde ağlayarak uyanmış. Tıpkı rüyasındaki gibi her tarafı terler içindeymiş ve ağrıyormuş. Büyüklerin küçüklerden bir şey isteyince "Hayır" cevabını almaları ne kadar da zor-muş, diye düşünmüş.
Koşarak babaannesinin yanına gitmiş.
- Babaanneciğim! Özür dilerim, bugüne kadar seni çok
Üzdüm; bundan sonra benden ne istersen yapacağım, demiş.
Babaannesi Oğuzhan'ın bu sözlerine çok şaşırmış ve çok sevinmiş. O günden sonra Oğuzhan babaannesine seve seve uardım etmiş. Elinde ağır çantalar, paketler gördüğü büyüklerin hemen yardımına koşmuş.
- Size yardım edeyim, evinize kadar götüreyim, diye kendisi yardım teklifinde bulunmuş. Büyükler de bu akıllı, yardım sever çocuğu çok sevmişler. Oğuzhan o günden sonra başkalarına yardım edince kendisinin de çok mutlu olduğunu farketmiş.
Darısı yardım sevmeyenlerin başına...
Sema Maraşlı - Bana Bir Masal Anlat

23 Nisan 2009 Perşembe

AYET-HADİS-DUA-VECİZE







KİM GÖRDÜ




Soyguncunun biri bir bankaya girmiş. Çekmiş silahını havaya ateş
etmiş. Herkesin yere yatmasını istemiş.
Kasalardaki paraları toplamış ve kapıya doğru yönelmiş.
Tam çıkacakken oradaki bir adama sormuş:
”Beni gördün mü?”
Adam şaşkınlıkla ”Evet gördüm.” deyince adamı
alnından vurmuş.
Tam tekrar kapıya hamle etmiş ki; kapının yanında bir karı koca duruyor.
Adama sormuş:
”Beni gördün mü?”
Adam gayet soğukkanlı bir şekilde yanıtlamış:
”Valla ben hiçbir şey görmedim, ama benim hanım gördü sanıyorum?..

Mırrr




Aralarındaki anlaşma şuydu. Kavga ettikleri zaman kim kendini haksız görürse, ötekini arayacak ve kedi diliyle konuşacaktı.
Yani ona "Mırr" diyecek ve barışacaklardı. Birbirlerini çok seviyorlardı. Her seven gibi ara sıra münakaşaları, gerginlikleri oluyordu. Ama her defasında bu "Mırrlama" harikulade bir maymuncuk gibi bütün gerginlikleri açıyor, işler yoluna giriyordu. Evliliklerinin altın parolası buydu. Küçük bir kedi "Mırrlaması"… Kendi deyişleriyle, "Böylece aralarındaki gerginlik yumuşatılıyor, normal hayata dönüyorlardı". Bu aslında, "Senin çabanı takdir ediyorum" anlamına geliyordu. Öteki için de "Özrünü kabul ediyorum"… Bu anlaşmanın tek şartı vardı. İkisinden birisi mutlaka "Mırr" diyecekti.
Sonra bir gün ilginç bir şey oldu. Yine bir gerginlik günüydü. Arada negatif rüzgârlar esmiş, gergin elektrikler gidip gelmişti. Hafiften bir küskünlük yani. Herkes kendi yoluna gitmişti. Durumu düzeltmek için, ikisinden birinin ötekini arayıp "Mırr"” demesi gerekiyordu. Ama bunu kim diyecekti?
Kadın, düşündü. Derinlemesine düşündü. Tarafsız olmaya çalıştı. Sonunda kararını verdi. Kabahatli kendisiydi ve onun telefonu açıp "Mırr" demesi gerekiyordu.
Statüsü şuymuş, buymuş hiç umurunda değildi. Kadınlık gururuymuş, erkeğin alttan alması gerekirmiş gibi, kıymeti kendinden menkul psikolojik kanunların hiçbirine sığınmadı. Eli telefona gitti ve numaraları çevirdi. O daha telefon açılıp karşıdan "Alo" sesi gelmeden, parolayı verdi:
"Mırrr…"
Hayret…
Karşıdan soluk sesi bile gelmedi.
Bunun üzerine tekrarladı.
"Mırrr…"
Yine ses yok.
Oysa o, bir "Mırr" değil, iki, üç, hatta beş "Mırr" sesi bekliyordu. Kendi kendine derin bir iç muhasebeye girişti. Acaba onu gerçekten bu kadar çok mu kırmıştı? Gerçekten bu kadar ağır sözler mi söylemişti? Artık geri dönüş yok muydu? İşte tam bu muhasebenin ortasında, ahizenin öteki tarafından, çok cılız bir ses geldi:
"Mırr…"
Ses çok ama çok cılızdı.
Hatta o günün teknik imkânlarında, telefonun zırıltısı bile o "Mıırr"dan daha kuvvetliydi. Gerçek bir "Mırr" mı yoksa "zoraki" biri mi? Sorunun gerçek cevabını akşam evde öğrenecekti.
Erkek, Türkiye'nin en büyük, en efsane şirketinin başındaydı. Çok önemli bir toplantıdaydı. Etrafı şirketin en baba isimleriyle doluydu. Sekreterine, "Telefonda kimseyi bağlamayın" talimatı vermişti.
İşte telefon böyle bir ortamdaydı. Sekreter, ürkek bir sesle, "Ama efendim, arayan Hanımefendi” diyordu. Ahizeyi eline aldı ve gelen sesi duydu:
"Mırr…"
Etrafına baktı. Şirketin bütün büyük müdürleri kendine bakıyordu. Bir tarafta dünyalar kadar sevdiği karısı. Öteki tarafta kendisi kadar sevdiği karizması. Bir saniye bile düşünmedi. Telefonu ağzına yapıştırdı ve ancak onun duyabileceği bir sesle
“Mırrr" diye fısıldadı.
Olayın gerisini akşam evde karısına anlattı.
Suna Kıraç: Ömrümden Uzun İdeallerim Var

21 Nisan 2009 Salı

KAYIP-ARANIYOR

MAİL ADRESİME GELEN BU HABERİ PAYLAŞMAK İSTEDİM.
UMARIM EN KISA ZAMANDA BULUNUR.


Merhaba, rica etsem bu ilanı yayınlayabilir misin?

Şirkette çalışan bir arkadaşımın kızı ve 16 gündür kayıp, belki bir
umut gören olmuştur..

Yukarıda resmi görünen 4 yaşındaki Azra Zeynep 03.04.2009 Cuma gününden
itibaren kayıptır..!!

Yerini bilenlerin, görenlerin insaniyet namına polis'e bildirmeleri

veya

aşağıdaki numaraları aramaları önemle rica olunur..!!

0 533 626 57 52
0 216 308 60 76

Bihter Yalcinkaya

Yuucel_19

20 Nisan 2009 Pazartesi

OYUN HAMURLARI VE LEGOLAR


YENİ OYUN HAMURLARIMIZ.REKLER ÇOK GÜZEL OLDU.OYUN HAMURU TARİFİ İÇİN BURAYA BAKABİLİRSİNİZ.
BU ARADA HAMUR YAPARKEN BOYALARDAN ÇOK AZ MİKTARDA KOYMAK GEREKTİĞİNİ ÖĞRENDİK.ÇOK OLURSA RENKLER GÜZEL GÖRÜNMÜYOR.HEM ELİMİZE HEMDE ÇALIŞMA MASAMIZA RENKLERİMİZ ÇIKIYOR.AYRICA HAFİF KOYULAŞMAYA BAŞLADIĞINDA OCAĞIN ALTINI KISIP PİŞİRMEYE DEVAM ETMEK GEREKİYOR.İYİCE KARIŞTIRARAK.GERÇEKTEN GÜZEL OLDU BİZ BİRKAÇ AYDIR YAPIYORUZ BU TARİFTEN.UZUN SÜREDE DAYANIYOR.TABİ OYNAMADIĞIMIZDA KAPAKLI KUTUYA KOYMAK KAYDI İLE(BİZDE ESKİ ALDIĞIMIZ HAZIR HAMUR KUTULARIMIZ VARDI)

HALASININ YUSUFA HEDİYESİ.OYUN HAMURU VE CEVİZ BAŞROLLERDE


BUDA BİZİM KAPLUMBAĞAMIZ.

OYUN HAMURUNDAN KÖFTE VE TABAK

BUDA OĞLUMUZUN TRENLERİ :=)

İLGİNÇ REKLAM AFİŞLERİ


CİLDİNİZİ SEVİN(CİCİ AYAK GÜZEL AYAK) :=)

PARLAK TERTEMİZ TABAKLAR İÇİN

MEYVELERİN KORKULU RÜYASI

DOĞAL ŞEKER

19 Nisan 2009 Pazar

İZLEYEN KAZANIYOR



Geçen günlerde nette dolaşırken tevafuken dolaşırken, resim ararken başlıktaki yazan siteyi buldum. Siteyi ve içeriğini paylaşmak istedim reklam felan olsun diye değil. Bilgilendirme amaçlı ve zaten nette uzun süre harcıyoruz. Bunu azda olsa kazanca dönüştürebiliriz diye düşündüm. En azından çoluş çocuğu olanlar çocukların girmesini isteseler ve kazanılan parayı harçlık olarak verseler kanımca bu bile yeter.
Daha önce Ad-Sense üyeliğimiz vardı ve belirli limite ulaşınca ödeme yapıyorlardı. Biz limite ulaşmamıza az bir miktar kala "Geçersiz Tıklama" diye bişi nedeni ile üyelik kapatıldı.
Bu sitede öle yaparmı bilmiyorum. O limite ulaşınca göreceğiz. Ama şimdilik günde bir reklama 0,80 Kr. veriyor. Bir günde iki veya üç reklam izletiyor. İlerde ne olur onuda bilmiyorum. Bu rakam küçük bi meblağ ama hepimiz nette bir sürü zaman harcıyoruz. Reklam izlemek ve bir siteye girip 5 dk'mızı ayırmak çok zor olmasa gerek değil mi? Ödeme sınırı 60 TL. Yaklaşık günde iki reklamdan ne kadar güne denk geliyor siz hesap edin. Ödenirse bedavadan bi 60 TL'niz olcak. Ben denemeye değer diye düşünerek paylaşmak istedim. Bu sitede Ad-Sense gibi yaparsa onada ben karışmam artık :)
www.izleyenkazaniyor.com
Aklıma gelmişken bu site ile ilgili olumsuz bi bilgi elde eden arkadaşlar olursa faydalanmak isteriz. Lütfen bizimle paylaşsınlar.

ARKADAŞLAR ARTIK BİZ BAKMIYORUZ.SONUÇ ÇIKMIYORMUŞ.UĞRAŞMAYA DEĞMEZ.ARAŞTIRAN OLURSA DİYE BU KONUYU BURDAN KALDIRMAYACAĞIZ.
SELAMETLE KALIN
YUUCEL_19 30.08.2009

18 Nisan 2009 Cumartesi

MATEMATİK SORUSU



3 kişi düşünün. Para birleştirip bir radyo almaya gidiyorlar.
Radyo 30 lira.
Hepsi 10′ar lira koyup radyoyu almaya gidiyor.
Fakat sonra tezgâhtar radyonun indirime girdiğini ve 25 liraya düştüğünü hatırlıyor.
Çırağına 5 lira verip, gidip para üstünü iade etmesini istiyor.
Çırak 5 lirayı 3 kişiye bölüştüremeyeceğini düşünüp 2 lirayı cebine atıyor ve 3 lirayı 3 kişi arasında bölüştürüyor.
Böylece radyoyu 9′ar liraya almış oluyorlar.
Şimdi:
9×3=27
Çırak da cebine 2 lira attı 27+2=29
Peki, geri kalan 1 liraya ne oldu?


Biraz düşünün eğer kolaya kaçmak istiyorsanız...
Cevap bu linkte...

16 Nisan 2009 Perşembe

AYET - HADİS - DUA - VECİZE







ŞİŞELER


Akıl hastanesinde bir gün bir hasta bakıcıyı yanına çağırır.
-Bana çabuk 5 şişe kola getir. der.
Hasta bakıcı buna kızar ve hastaya beş tokat atar ve:
-Al işte kolalarını" der.
Aradan zaman geçtikten sonra yine aynı hasta, bakıcıyı yine çağırır. Bu sefer hasta bakıcıyı tokatlar.
-Bakıcı ne oluyor? der.
Hasta cevap verir.
-Şişeleri getirdim abi.

İÇİMİZDEKİ CEVHER


Küçük bir zenci çocuk, kentin büyük sergisinde bir satıcının elindeki balonları seyre dalmıştı. Her renkten ve her biçimdeki balonlar ışıl ışıl boşlukta parlıyordu.
Derken aniden kırmızı bir balon, kazara kurtularak havada uçtu, uçtu ve sonunda aşağıdan seçilemeyecek denli yükseldikten sonra gözden kayboldu. Bu manzarayı seyretmek için öyle bir insan kalabalığı toplanmıştı ki satıcı bir tane daha bırakmanın iyi bir reklam olacağını düşünerek havaya parlak sarı renkte bir balon daha bıraktı. Arkasından bir tanede beyazını çözdü.
Küçük zenci olduğu yerden büyük bir hayranlık içerisinde ardı arkasına uçan balonları bir süre daha seyrettikten sonra; “Baloncu amca” dedi. “Acaba birde siyah renk bıraksaydınız, ötekiler kadar yükselir miydi?”
Baloncu amca anlayışlı bir bakışla çocuğa gülümseyerek, siyah renkli bir balonu boşluğa doğru bırakırken yanıt verdi:
“Yavrum bizi yükselten, dışımızdaki renk değil, içimizdeki cevherdir.”

AVCUNU YALAMAK


Umduğumuz bir nimet ele girmediği zamanlarda söylenilen bu deyim, eskiden kadınlar arasında yaygın iken bilahare çıkış noktası unutulup erkekler tarafından da kullanılır olmuştur. Eskiden hamile kadınların aş erme (aş yermek) dönemleri ile bebekli hanımların süt dönemlerinde canlan çekip de ulaşamadıkları bir şey olursa, göğüslerinin şişeceği veya sütlerinin kesileceğine dair bir inanış mevcutmuş. Fakirlik, yasaklama, sıhhî gerekler, vs. yönünden bir şeyi canı çektiği hâlde ondan tadamayan bir kadın, sanki onu tadıyormuşçasına sağ avucunun içini yalar ve böylece nefsini köreltir, istediği nimeti yediğini farz edermiş. Aynı uygulamanın çocuklara yönelik bir versiyonu da imrendikleri yiyecekten onlara bir tadımlık da olsa ikram etmektir. Eğer ikram edilmezse çocuğun bir yerlerinin şişeceği söylenir ki bu ifade, galiba kadınların göğüs şişmesi ile aynı olsa gerektir.
İskender Pala - İki Dirhem Bir Çekirdek

15 Nisan 2009 Çarşamba

TEMBELİN DERDİ


Bir varmış, bir yokmuş,
İnsanoğlunun derdi çokmuş.
Çok söz ufak darıdır, az söz yiğit kârıdır.
Sözü kısa tutalım, uzun söz vakit kaybıdır.
Ülkelerden birinde, tembel mi tembel bir adam yaşarmış. Bulduğu her fırsatta yan gelir yatarmış. Karısı onun tembelliğinden bıkmış. Çünkü kocası tembel olduğundan, evin işi, ineklerin sağılması, tarlanın sürülmesi, kısacası bütün iş ona kalıyormuş.
Kadıncağız sabah erkenden kalkar, evin işlerini yapar, sonra da kocasını uyandırmaya çalışırmış. Tembel adamı uyandırmak da öyle pek kolay değilmiş. Bu yüzden bazı günler karısı, onu uyandırmaktan vazgeçer, tarlaya tek başına gidermiş. O zaman da tembel adam "Beni niye kaldırmadın?" diye kızarmış.
Kadıncağız tarlada, güneşin altında çalışmaktan yorgun düşerken, adam bir ağaç gölgesinde uyurmuş.
İkindi serinliğinde kalkar, azıcık çalışır, sonra da gece yatıncaya kadar söylenirmiş. "Of, çok yoruldum! Parmağımı bile kımıldatacak hâlim kalmadı." der, hiç susmazmış.
Kadıncağız kocasının tembelliğine mi yansın yoksa azıcık çalışınca saatlerce söylenmesinin eziyetine mi katlansın, bilemezmiş. Bir de yaptığı onca işe karşılık kocası, "Senin yaptıkların da iş mi?" deyince kadın büsbütün çileden çıkarmış.
O ülkenin iyi, âdil bir padişahı varmış. Halk ondan çok memnunmuş. Sarayın kapısı her zaman açık olur, derdi olan gelir padişahla görüşürmüş.
Günlerden bir gün padişah; "Acaba halkımdan saraya gelemeyen, derdini söylemeye çekinen, sıkıntı içinde olan var mı?" diye düşünmüş. Hemen askerlerine emretmiş:
—Bütün ülkeyi dolaşın, derdi olan var mı? diye sorun.
Derdi olanlar kâğıda yazsın, toplayın, bana getirin, demiş.
Askerler bütün ülkeyi dolaşmışlar, tembelin kapısına da gitmişler. Tembel; "Derdim olmaz olur mu?" diyerek bir mektup yazmış, vermiş.
Mektuplar padişaha götürülmüş. Bu adaletli padişahın ülkesinde sıkıntısı olan pek yokmuş. Bu yüzden az sayıda mektup gelmiş. İçlerinde en çok, tembel adamın yazdığı mektup padişahın ilgisini çekmiş. Hemen o köyün muhtarını saraya çağırmış. Ona tembel adamın yazdığı mektubu okumuş:
"Devletli padişahım. Benim derdim karımdan. Çok tembel bir kadın. Bütün işler bana bakıyor, akşam olduğunda yorgunluktan zor uyuyorum. Karımın tembelliği yüzünden geçim sıkıntısı çekiyorum. Derdime bir çare bulun."
Padişah okumayı bitirince muhtar gülmeye başlamış; gülmüş, gülmüş, gülmüş. Padişahın huzurunda olduğunu unutmuş. Ona sert sert bakan padişahı görünce toparlanmış. Özür dilemiş ve gülme sebebini açıklamış:
-Bu adamın asıl kendisi çok tembeldir. Onun tembelliği ve herkese iş emretmesi yüzünden gerçek adı unutuldu, herkes onu "Kâhya" diye çağırır oldu. Çocukluğunda bir gün olsun anne ve babasına yardımı olmamıştır. Hatta bir keresinde annesi, onu yerinden kaldırmak için "Kâhya dışarı koş, gökten şeker yağıyor." demiş. O da yerinden kalkmadan "Ayaktayken iki tane de bana alıver anne." demiş.
-Ya karısı, karısı da mı tembel bu adamın? diye merakla sormuş padişah.
Muhtar;
—Hayır efendim, tam aksine çok çalışkan bir kadın. Ben de onun için güldüm ya. O da çalışmasa Kâhya aç kalır. Kadının işten, Kâhya'nın emirlerine koşturmaktan canı çıkıyor, demiş. Padişah;
-İnsanlar kendi hatalarını hep başkalarında görürler. Bu adam sadece tembel değil, bir o kadar da nankör. Şuna iyi bir ders verelim, demiş.
Ertesi gün Kâhya'yı saraya çağırtmış. Ona;
-Derdini okudum, sana yardımcı olacağım. Bundan sonra sen ve karın sarayda çalışacaksınız. Sen aşçının yanında yamak olacaksın, karın da kızım Pervin Sultan'a hizmet edecek, demiş.
Bu iş Kâhya'nın hiç hoşuna gitmemiş. O, padişahın bedavadan ona yardım edeceğini düşünüyormuş. Ama çaresiz karısını da yanına alarak saraya yerleşmiş.
Sabah horozlar ötmeden, aşçı kapıya dayanmış. Uyanamayan Kâhya'nın başına bir tencere su dökmüş. Yataktan sıçrayan Kâhya için yan gelip yatmak bir hayal olmuş. Sarayda yaşayan onca kişinin yemeğini hazırlıyor, dağlar gibi bulaşık yıkıyormuş. Bulduğu bir fırsatta azıcık uyuklamaya kalksa aşçı kepçesiyle başına dikiliyormuş. O kadar çok yoruluyormuş ki "Of yoruldum!" demeye gücü olmuyor, başını yastığa koyar koymaz uyuyormuş.
Karısı, hayatından çok memnunmuş. Kocasının pişirdiği yemekleri keyifle yiyor, sultanla gezmelere gidiyormuş. Kadıncağızın yüzüne renk, gözlerine ışık gelmiş. Yatıp kalkıp padişahın arkasından dua etmiş.

14 Nisan 2009 Salı

KASTAMONU TURU

Öncelikle Kastamonu'da bize gezerken eşlik edip engin bilgilerinden istifade etmemize izin veren güzel insan Uğur Akça beye buradan çok teşekkür ediyorum. Ömrü hayırlı ve uzun olsun.
Her sokağı tarihin bir kesitini bulduğumuz il Kastamonu. Candaroğullarından kalma han bile var ve şuanda restoren olarak faaliyet veriyor. El sanatları çarşıları, konakları, türbeleri, deresi ile küçük bir şehir Kastamonu. Yanlış hatırlamıyorsam 80 bin nüfusu var.

El sanatları çarşılarından birinde sandalyeye oturmuş dinlenen bir anadolu kadını. Beğendim ve resimledim.


Yılanlı Camii içerisinde bulunan İmam Geylaninin 4. oğlunun ve aile efradının türbesi. Yalnız ikisi hariç, onlar ailesinden değilmiş.


Yılanlı Camii girişi.


Nasrullah Camii şadırvanı.


Nasrullah Camii şadırvanının avlusunda bulunan güvercinler.


Yakuboğlu Külliyesi giriş bölümü ve Camii...


Yakuboğlu Külliye camii giriş kapısı.


Yatanın kim olduğunun belirtilmediği türbelerden birtanesi. İçeride 3 tane mezar var. Ama kimlere ait belli değil.


Kaleye aşağıdan bir bakış. Bu kime ait olduğu belli olmayan türbenin 10 metre kadar yukarısından çekildi.


Kaleden şehrin görünümü 1


Kaleden şehrin görünümü 2


Kaleden şehrin görünümü 3


Kaleden şehrin görünümü 4


Kaleden şehrin görünümü 5


Kaleden şehrin görünümü 6


Kalenin içerisinden bir görünüm. Fotoğrafın sol yanında iki tane top var ve Ramazan iftarları bu toplarla açılırmış hala...


Kalenin içerisinden görünüm. Bu demirle kapalı bölüm kaleden şehrin girişlerine ve hatta bir köyden çıktığı söylenen kuşatmalardan kaçış sağlayan gizli geçitmiş. Verilen bilgiye göre zamanın birinde askerler bu geçite inmeye çalışmışlar ancak oksijensiz kalmaları nedeni ile fazla ilerleyememişler.


Kalenin içinden bir görünüm daha... Yapılar oldukça yıpranmış görüldüğü üzere..


Kale dibinde bulunan evler. Giriş kapısı tarafında...


Kalenin giriş kapıları. İlk kapı birinci diğeri ise ikinci kapı.


Aşıklı Sultan'ın yanmış ayak uçlarını gösteren resmimiz. Kastamonuda bu türbeye ayağı yanık türbe diyorlar. Anlatıldığına göre göre çıkan bir yangında yanmış ayakları bu şekilde. Vücudunun da ayakları gibi hala diri olduğu söyleniyor.


Aşıklı Türbesinin giriş kapısı. Kapının üzerindeki bölümün ne kadar yıprandığı görülüyor. Bir kaç yıla kadar güvenlik görevlileri durmazmış türbede şimdilerde artık duruyorlar.


Işıklı Sultan türbesi. Anahtarı olmadığı için içeri giremedik.


Burasıda tadilatta olan türbe ve camilerden birisi içeri giremedik.
Birde fotoğrafını çekemediğim ancak mutlaka görülmesi gereken yer olan Şabanı Veli olsa gerek adı unutmadımsa buradaki müze ve türbe kesin gezilmeli..


Etnografya müzesi ve müzeden görüntüler. Bir konakta bulunan çeşitli odalar resmedilmiş mankenlerler, meslek ustaları resmedilmiş, patlayıcı silahlar, kesici silahlar, baskı makinaları gibi odalar var. Ben oda isimlerini not almadığım için yazmak zor ama az çok anlaşılıyor. Mesela beşik olan resimdeki oda gelin odası...
































Ha bahsetmeden geçmeyim, şaka mı gerçek mi bilinmez bu resimdeki Nasrullah Camii şadırvanındaki sudan içen Kastamonudan ayrılamıyor diyorlar. Ben içtim klorlanmıştı ama ayrıldım. Bakalım kaderimizde belki kastamonuda yaşamak vardır değil mi?
Unutmadan Bediüzzaman Said Nursi'nin kaldığı evide gezdik, şim iki odası var ancak. Sonra talebesi MEhmet Fevzi Efendi'nin kabride burada. Birde etli ekmeği meşhur. Böle bizim buralarda yanıç dediğimiz ekmeğin içine bizim gibi çökelek, ıspanak, haşhaş değilde kıyma koyuyorlar gördüğüm kadarı ile. Konya etli ekmeği gibi değil. Bizde pide deriz mesela... Konyanın etli ekmeğine ama o etli ekmek baya baya uzun ve büyük olurmuş sanırım. Bende duydum sadece :)
Kastamonudan girdik Çorum, Konyadan çıktık.
Çok güzel tarihi güzellikleri olan bir kent Kastamonu. Turizim danışma ve bilgi alma birimide var. Broşürde veriyorlar.