31 Ağustos 2009 Pazartesi

WALLPAPER

ORJİNAL BOYUTU İÇİN RESME TIKLAYINIZ...








MUTLULUĞUNUZ ÖMÜR BOYU SÜRSÜN



Bir evliliğin mutlu bir şekilde yürümesi için, her şeyden önce, ailede rol paylaşımı ve herkesin rolünden memnun olması çok önemlidir.
Bu konuda bir hatıramı nakletmek istiyorum. Seneler önce, Amerika’da çalışırken, akşamları hizmet veren bir Evlilik Okulu’nun kurslarına katılmıştım. Bir akşam “Ailede Rol Paylaşımı” konusu işlendiği sırada bir bayan kalkıp söz istedi. Çözümsüz bir problemle karşı karşıya olduğunu, bu yüzden evliliğinin kopma noktasına geldiğini söyledi. Kendisi aynı zamanda bir terapist olan hoca sordu: “Size çözümsüz gibi görünen problem nedir?” Bayan gülümseyerek cevap verdi: “Kocam çok mükemmel biri, efendim. Onun bu mükemmelliği beni rahatsız ediyor.” Hoca: “Sizi rahatsız eden bu mükemmellik nedir, biraz açar mısınız?” dedi.
Kadın anlatmaya başladı: “Efendim, kocam çevirmen ve oyun yazarı. Çoğu gününü evde çalışarak geçirir. Ev işlerinde o kadar becerikli ki, evi siler süpürür, çamaşırları yıkar, yemek yapar, bana yapacak bir şey kalmaz. Ben bankacıyım, yani çalışan bir bayanım. Akşam eve döndüğümde yemek dahil her şey hazırdır. Bu belki çoğu çalışan bayanın hayal ettiği bir şeydir, ama benim için öyle değil. Kendimi evde kadın olarak işe yaramaz, değersiz ve silik hissediyorum; bu da beni son derece rahatsız ediyor. Defalarca duygularımı kocamla paylaşmaya çalıştım; bana iş bırakmadığı için kendimi evde kadın olarak hissedemediğimi, bunun da beni rahatsız ettiğini söyledim. Ancak her defasında kocam ev işlerini yapmaktan zevk aldığını ve bana yardımcı olmaya çalıştığını, kendisine teşekkür edeceğime şikayette bulunmama bir anlam veremediğini söyledi.”
Hoca, bayanın dile getirdiği probleme “ailede rol çatışması” adı verildiğini söyledi ve konuyu tartışmaya açtı. Ailede rol paylaşımı ancak aile üyelerinin karşılıklı anlaşmalarıyla ve rollerine razı olmalarıyla gerçekleşebilir. Eğer bir ailede büyükannelik, büyükbabalık, annelik, babalık, kadınlık, erkeklik, ağabeylik, ablalık, çocukluk rolleri belli değil ve birbirine karışmış ise, orada aile düzeninden bahsedilemez.
Geniş ailelerde rol çatışmaları daha sık yaşanır. Aile büyükleri çoğu zaman anne ve babanın rollerini de üstlenir; ev ekonomisinden çocuk eğitimine kadar her alanda söz sahibi ve karar verici olmak isterler. Bize ulaşan şımartılmış, anne babanın söz geçiremediği çocuk vakaları genellikle büyükanne ve büyükbabanın çocuk eğitimine doğrudan müdahale etmeleri sonucu ortaya çıkmaktadır.

“Ben” ve “Biz” Alanı
Aileyi teşkil eden üyelerin her birinin kişilik haklarını temsil eden bir “ben alanı” vardır. Benim odam, benim bisikletim, benim masam, benim cep telefonum, benim arkadaşım, benim annem derken bu alanı ifade etmiş oluruz. Bir aile üyesi kendi ben alanını kullanılırken diğer aile üyelerini rahatsız edecek ve onların ben alanlarını çiğneyecek şekilde davranmamalıdır.
Ben alanlarının sınırlarını ve nasıl kullanılacağını görgü ve ahlâk kuralları belirler. Meselâ, bir aile üyesinin adına gelmiş mektubu başka bir aile üyesi açıp okumamalı. Anne baba çocuğun odasına habersiz girip eşyalarını, çantasını, cüzdanını veya ceplerini karıştırmamalı. Çocuğu uykuya gönderen baba yan odada yüksek sesle televizyon izlememelidir.
Büyükbaba veya büyükanne, evin küçük çocuğu için “Benim torunum” demeye ve onu sevmeye hakkı vardır; ancak onun eğitimine doğrudan müdahale etmemelidir. Çocuğun eğitimi ve disiplini öncelikle anne ve babanın hakkıdır ve onların ben alanına girer.
Ailenin ortak malı olan eşyada ve ortak sorumluluk gerektiren konularda ise “biz alanı” geçerlidir. Bizim evimiz, bizim arabamız, bizim komşularımız, bizim çocuklarımız derken bu alanı kastederiz. Aile büyükleri, anne baba ve çocuklar ailenin huzuru ve mutluluğu için “ben alanı”nın bir kısmını isteyerek ve severek “biz alanı”na katar.
Yeni evlenen genç bir kız veya erkek, artık eskisi kadar anne babasına, kardeşlerine, akrabalarına ve arkadaşlarına zaman ayıramaz. Çünkü evliliğin ve aile olmanın getirdiği sorumlulukları temsil eden “biz alanı” devreye girmiştir. Kızı veya oğlu evlenen anne babalar, bu yeni “biz alanı”nı kabullenmek istemezler. “Oğlum evlenince bizden koptu, el kızına bağlandı,” veya tersi yönde serzenişte bulunurlar.
Ama asıl kriz noktası, eşlerin birbirlerinin “ben alanları”na saygı duyup duymamasıyla ilgilidir. Eşler birbirlerinin ben alanlarına saygı duymaya ve bu alanı çiğneyecek davranış ve isteklerde bulunmamaya çok dikkat etmelidir. “Sen artık evli bir kadınsın, eski arkadaşlarınla görüşmeni istemiyorum,” diyen genç bir koca, eşinin “ben alanı”nı daraltıyor, kendi eliyle çatışma ortamı hazırlıyor demektir. “Ben alanı” daraltılan kadının özgüven duygusu yara alır. Eşinin kendisine yeterince güvenmediğini düşünür.
Eşlerden birinin tek yanlı olarak diğerinin “ben alanı”na tamamen hâkim olma isteği, beraberliği sıkıntılı ve çekilmez yapar. Anne baba ile çocuklar arası ilişkilerde de durum aynıdır. Aşırı sevgi, aşırı ilgi, aşırı koruma ve kıskançlık karşı tarafı rahatsız eder. Kayın valide ile gelin arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkların temelinde birinin oğlu, öbürünün kocası üzerinde söz sahibi olma isteği vardır.

Kişiliğimiz Üzerinde Geçmişin İzleri
Konferanslarımda ve ana baba okulunda ders verirken anne babalardan şu sözleri çok sık duyuyorum: “Hocam, sizi dinlerken ve okurken yaptığımız yanlışlarının farkına varıyoruz, ancak eve gidince eşimize ve çocuklarımıza karşı aynı yanlışları işlemeye devam ediyoruz, bir türlü doğru davranmayı başaramıyoruz.” Hemen arkasından soruyorlar: “Neden böyle oluyor?”
Neden böyle olduğunu açıklarken şöyle diyorum: “Çünkü, siz çocukluğunuzda anne ve babalarınızdan böyle gördünüz. Anne babalarınızdan gördükleriniz kişiliğinize ve şuur altınıza sindi. Siz de elinizde olmayarak onlar gibi davranıyorsunuz. Aile ve anne baba denince model olarak içinde yaşayıp büyüdüğünüz aileniz, anneniz ve babanız aklınıza geliyor. Kadın olarak kocanızdan bir şey istediğiniz zaman, elinizde olmayarak, sadece o isteğinizi dile getirmiyor, aynı zamanda annenizin o istekte bulunurken babanıza karşı takındığı tavrı takınıyor, yani aynı vücut dilini kullanıyorsunuz. Keza erkek olarak, karınızdan bir istekte bulunurken, sadece o isteği dile getirmiş olmuyorsunuz, babanızın kullandığı otoriter tavrı ve buyurgan ses tonunu kullanıyorsunuz.”
Özetle diyeceğim o ki, geleneklerin ve çevrenin aile yapısı üzerinde büyük tesiri vardır. Yıllar önce Fikret Hakan’ın baş rol oynadığı “Atçalı Kel Mehmet” isimli bir drama izlemiştim. Atçalı bir Karadeniz ilçesine kaymakam olur. Köyleri teftişe çıkar. Yolda sırtında odun dolu küfe taşıyan, yükün ağırlığından beli bükülmüş bir kadın görür. Onun önünde, eli arkasında, ağzında sigara bir erkek yürümektedir. Adamın önüne dikilir ve sorar: “Bu kadın senin neyin oluyor?” Adam, “karım” der. Atçalı başlar adamı tokatlamaya ve bir yandan da bağırır: “Ulan utanmaz, ulan arlanmaz, nasıl erkeksin sen! Neden yükü sen taşımaz da kadının sırtına yüklersin?” Atçalı ile kocasını seyreden kadın sırtındaki küfeyi yere bırakır. Küfeden bir odun çeker, yürür Atçalı’nın üzerine, “Sen kim oluyorsun da kocamı dövüyorsun!” der ve başlar vurmaya. Atçalı dağdan inmiş, tövbe etmiş, eski bir eşkıya. Ne etnoloji bilir, ne psikoloji. Kadının hakkını savunayım derken kadından dayak yer. Atçalı’nın burada göremediği şey, geleneksel ailede rol dağılımıdır. Kadın rolüne razıdır, çünkü o da anasından babasından öyle görmüştür. Onların kültüründe yiğit kadın kocasına yük taşıtmayan kadındır.
Elbette geleneksel ailedeki rol dağılımı günümüzde geçerli değildir. Eğer eşinizi seviyorsanız, ona hizmet davranışları göstererek sevdiğinizi belli ediniz. Ev işleri ve çocuk bakımı neden tümüyle kadının görevi olsun? Erkek de o evde yaşıyor, boş zamanını televizyon karşısında geçireceğine eşine yardımcı olsa ne kaybeder? Hem eşinin sevgisini kazanmış hem de boş zamanını değerlendirmiş olur. Çivi çakmasını beceremeyen, bir musluk contasını değiştirmekten âciz, eşine yardım etmeyi “kılıbıklık” sayan, beceriksizliklerini gizlemek için “kazak erkek” olmakla övünen adamların sayısı az değildir.

Mutluluğun anahtarı: sevgi ve sabır
Fakat tüm bunların ötesinde özellikle yeni evli çiftlere eşlerine karşı sevgiyle beraber sabırla hareket etmelerini tavsiye ederim. Çünkü evlilik hiçbir zaman dikensiz bir gül bahçesi değildir. Sabırla karşılanması gereken olaylar hep olur. Bu tür olaylar sırasında, başkalarına gösterdiğimiz sabrı ve saygıyı eşimize göstermediğimiz sürece onu sevdiğimizi iddia edemeyiz.
Geçenlerde, telefonda “hiç uğramıyorsun, artık bizi unuttun” diye sitem eden kuyumcu bir dostumu ziyarete gittim. İçeri girdiğimde müşterisi vardı. “Lütfen sen müşterinle meşgul ol, ben de bu arada gazete okurum, işin bitince konuşuruz,” dedim. Ben gazeteyi okuyup bitirdiğim halde müşteri hâlâ karar verememişti. Bir erkek, 45-50 yaşlarında, yanında da muhtemelen kızı veya gelini olan genç bir bayana bir bilezik veya gerdanlık alacak. Aman efendim, belki yüz parça indirtti kaldırttı. “Bunun işçiliği ne kadar, bir hafta sonra getirsem kaça alırsın, taksit yapmaz mısın, bunun biraz daha incesi yok mu, şunun biraz daha kalınını çıkarır mısın, şunu tart bakalım kaç gram gelecek?” Arkası gelmez sorular, istekler, pazarlıklar... Katlanılacak gibi değil. Bizim kuyumcu arkadaş hiç efendiliğini ve tebessümünü kaybetmedi, sabır gösterdi. Adam sonunda, “hele ben bir düşüneyim” deyip hiçbir şey almadan çıktı gitti. Arkadaşımı sabrından dolayı tebrik ettim. “Umarım eşine ve çocuklarına karşı da böyle sabırlısındır,” dedim.
Çoğumuz başkalarına gösterdiğimiz sabrı ve hoşgörüyü eşimize göstermeyiz. Onu sevdiğimizi söyleriz, ama kırmaktan da geri durmayız. Neden böyle oluyor? Bir erkek, arkadaşına, müşterisine, patronuna, müdürüne, komutanına, kısacası başkalarına gösterdiği sabrı, anlayışı ve hoşgörüyü hayat arkadaşından neden esirger?
Bir kadın, güne giderken veya dışarı çıkarken süslenip şık giyinirken neden akşam işten eve dönen kocasını saçları dağınık, günlük elbise ile karşılar? Evine gelen misafirlere çeşitli yemekler, pastalar, börekler pişirir; yalancıktan tarifini istedikleri zaman mutluluktan uçar da, neden sabah beyini işe uğurlarken “akşama ne pişirmemi arzu edersin” diye sormaz?
Bu sorulara doğru cevaplar vermeyi becerebildiğiniz sürece, mutluluğunuzun bir ömür boyu sürmemesi için hiçbir nedeniniz yok.
Mutluluğunuzun ömür boyu sürmesi ve evliliğinize gölge düşmemesi dileğiyle.

Ali Çankırılı

30 Ağustos 2009 Pazar

TELEVİZYON VE ZİHİN TEMBELLİĞİ




Özellikle yaşlı insanlardan şu sözleri çok sık duyarsınız: “Televizyon çıkalı eski muhabbetler kalmadı.” Biz bu haklı sözleri değiştirerek şöyle diyoruz: “Televizyon çıkalı anne babalar çocuklarına eskisi kadar zaman ayıramaz oldu.” Anne gündüz televizyon izlerken eteğine yapışan çocuğu başından savmak için “git oyuncaklarınla oyna, görmüyor musun televizyon izliyorum” der. Baba işten dönüp akşam yemeğini yedikten sonra koltuğuna oturur, eline kumandayı alır, saatlerce şu kanal senin bu kanal benim dolaşır durur. Baba özlemi çeken çocuğuna yarım saatini ayırmaz.
Geliri yerinde, okumuş ailelerin çoğu çocuk odasına da televizyon almaktadır. Alırken çocukla bir anlaşma yapar ve söz vermesini isterler: “Ancak ödevini yapıp dersini çalıştıktan sonra televizyon izleyeceksin.” Çocuk hiç düşünmeden söz verir. Aslında bu anlaşmada iki taraf da birbirini aldatmaktadır. Anne babanın amacı çocuktan kurtulmak, çocuğun da amacı televizyon sahibi olmaktır. Araştırmalar, odasına televizyon alınan çocukların, beklenenin aksine okul başarısında düşme olduğunu göstermektedir. Çocuk, televizyon izleyebilmek için ödevlerini çala kalem yapmakta, derslerine yeterince çalışmamakta ve sınavlara iyi hazırlanamamaktadır.
Çocuklarda televizyon seyretme alışkanlığı sadece okul başarısını etkilemekle kalmıyor; fiziksel, sosyal, zihinsel ve duygusal gelişimlerini de yavaşlatıyor. Çocuk, televizyon başında yeterince hareket etmediği ve biriken enerjisini harcayamadığı için devamlı kilo almaktadır. Sokakta arkadaşlarıyla oyun oynayan ve koşan bir çocuk birikmiş vücut enerjisini boşalttığı için rahatlamakta; eve sakinleşmiş olarak dönmektedir. Halbuki televizyonun karşısında saatlerce oturan bir çocuk enerjisini boşaltmak şöyle dursun, aksine bu cihazlardan yayılan elektronlara maruz kalmakta ve vücudundaki statik elektrik yükü artmaktadır. Bu sebeple, televizyon bağımlısı çocuklar daha sinirli ve daha saldırgandır. Yaşlarına uygun olmayan programları izlemeleri halinde kafaları karışır, ruh sağlıkları bozulur.
Televizyona düşkün çocuklarda sosyal beceriler zayıflamaya ve içe dönük bir kişilik gelişmeye başlar. Ailesiyle, arkadaşlarıyla ve diğer insanlarla sosyal ilişki kurmada isteksiz davranırlar. Televizyon izleyen bir çocuk, kendisi birşey üretmemekte, sadece başkaları tarafından üretilen şeyleri izlemekte veya oynamaktadır. Hazırı kullanmaya alışmış bu çocuklarda el becerileri ve motor hareketler gelişmez, büyüklerin yardımı olmadan kendi başlarına bir iş beceremezler. Zihinsel ve duygusal gelişimleri de normal değildir. Olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi kuramaz, bilgiyi yorumlayamazlar. Kitap okumak ve ders çalışmak gibi zihinsel çaba gerektiren işlerden hoşlanmazlar. Televizyon karşısında daima alıcı durumunda oldukları için konuşmaya ihtiyaç duymamakta, dolayısıyla dil becerileri gelişmemektedir. Dil becerileri zayıf olduğu için başkalarıyla diyalog kuramaz, duygularını ve düşüncelerini doğru ifade edemezler.
Küçük yaştan itibaren televizyon izlemeye alışan çocuklarda gelişim bozuklukları daha belirgin ve daha ciddidir. Bu çocuklar akranlarına nazaran daha geç yürür ve daha geç konuşurlar. Konuşulanları ve kendilerine verilen direktifleri anlamakta güçlük çekerler. Dil becerileri gelişmediği için isteklerini büyüklerin elinden tutarak veya işaret ederek anlatmaya çalışırlar. Anneye aşırı bağımlıdırlar. Yabancılarla duygusal ilişkiye giremezler. Öpülmekten ve kucaklanmaktan hoşlanmazlar. İsimleriyle çağırıldıkları zaman tepki vermezler. Yaşıtlarıyla oyun oynamayı ve oyun kurmayı beceremezler. Ellerini ve parmaklarını iyi kullanamazlar. Çarşı, pazar, toplu taşıma araçları gibi kalabalık yerlerde bulunmaktan hoşlanmaz, huysuzluk gösterirler. Doğuştan zihin geriliği olan ve fazla televizyon izleyen çocuklarda otizm belirtileri artmakta, bu çocukları eğitmek daha da zorlaşmaktadır.
Çocuklarınıza Zaman Ayırın
Çocukları televizyon bağımlılığından kurtarmanın tek çaresi onlara zaman ayırmaktır. Anne baba olarak öncelikli görevimiz çocuklarımıza iyi bir eğitim kazandırmaktır. Hiçbir işimiz çocuk eğitiminden daha önemli değildir. Eğer çocukların yapmaktan zevk alacakları müzik, resim, spor, kitap okumak gibi faydalı bir becerileri yoksa; anne babaların televizyonu yasaklamaları problemi çözmeyecek, daha da ağırlaştıracaktır.
Çocuğunun inatçılığından, söz dinlememesinden, aşırı televizyon izlemesinden ve okuldaki başarısızlığından yakınan bir babaya “çocuğunuza zaman ayırın” tavsiyesinde bulunduğumuzda, “her akşam en az bir saat beraber ders çalışıyoruz, ödevlerine yardım ediyorum, ama değişen bir şey yok” demişti. Gülerek: “Hayır, dedim, bizim kastettiğimiz beraberlik bu değil. Çocuk bu beraberlikten zevk almaz, aksine bir an önce bitmesini ister. Siz çocuğunuza zaman ayırmıyorsunuz, ona ders çalıştırıyorsunuz.”
Çocuğunuza ayırdığınız zamanın süresi değil, kalitesi önemlidir. Eğer bu beraberlikten iki taraf da zevk alıyorsa, kaliteli bir beraberlik var demektir. Birlikte yürüyüşe çıkmak, çocuk parkına gitmek, piknik yapmak, akşam yemeğinden sonra ailece çaylı-pastalı sohbet etmek, birlikte televizyonda kaliteli bir film veya program izlemek, uyku saatinde çocuğunuza masal veya kısa bir hikaye okumak ilk anda aklımıza gelebilen kaliteli beraberliklerdir.
Çocuğunuzla birlikte iken iyi bir dinleyici olmalısınız. Çocuk duygularını, hayallerini, düşüncelerini, endişelerini, korkularını çekinmeden dile getirmeli ve sizinle paylaşmalıdır.
Çocuklarını dinlemeyen anne babalar onları tanımakta güçlük çekerler. Çocuğunuzu ne kadar çok tanırsanız, yetenekleri konusunda beklentileriniz o kadar gerçekçi olur.
Ali Çankırılı

FIRINDA SEBZELİ TAVUK-1




MALZEMELER:
1 PAKET(7-8 TANE ÇIKIYOR) BAGET,
KÜP DOĞRANMIŞ 1 PATATES,
KÜP DOĞRANMIŞ 1 HAVUÇ,
YARIM SU BARDAĞI BEZELYE(DAHA ÖNCE BUZ DOLABINA KOYMUŞTUM)
SALÇALI SOS İÇİN:1,5 KAŞIK SALÇA+1/2 ÇAY BARDAĞI SIVI YAĞ+ILIK SU

YAPILIŞI:
MALZEMELERİMİZİ YIKIYORUZ.

SUYU AKMIŞ TAVUĞUMUZU TEPSİYE KOYUYORUZ.ÜZERİNEDE KÜP DOĞRANMIŞ SEBZELERİMİZİ SERPİŞTİRİYORUZ.SALÇALI SULU SOSUMUZU ÜZERİNE GEZDİREREK BOŞALTIKTAN SONRA FIRINIMIZA VERİYORUZ.HEM BASİT HEMDE GÖRÜNTÜ OLARAK GÖZE HİTAP EDEN BİR YEMEK OLUYOR.

AFİYET ŞİFA OLSUN

NOT:BEN 250 DERECE ISINMIŞ FIRINDA 45-50 DK KADAR PİŞİRDİM

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Sevmek, çok büyük bir imtihandır.



Küçük bir et parçasında, büyük bir dağ taşımaya benzer.Çoğu zaman dağ başını kar kaplar,ara sıra da tufan olur.Hayat sıkar ,daraltır canını.Oysa ki ne kadar geniştir kalbimiz.Her şeyi alır içine,bazen de genişliği nisbetinde daralıverir,sığmaz olursun içine.
Sevmekte böyle bir nesnedir. Sevgilinin gülüşüyle gül, gülistan olur kalp yamaçların. Sevginin gitmesiyle tarumar olur bağın, bostanın. Hayat işte, bazen güler insana, aldatır, kandırır. Sahte mutluluklar yaşatır bir ara. Öyle bir hal alırsın ki; sanırsın bu bir rüya, çoğu zaman kabusa dönüşür. Sahte mutluluklar kaybolur, gökyüzünü sarar karabulutlar. Hasret şimşekleri çakar, özlem yıldırımları düşer yüreğine, gözyaşları akar sonra. Oysa ki anlamı yok bunların. Çoktan güneş esir edilmiş o karalar ardına, yüzlerde kalmamış bir tebessüm. Soluk bezler, yorgun bedenler.
Her Adımda uzaklaşırsın sevgiden,yalnızlığa yaklaşırsın milim milim. Farkında olmazsın çoğu zaman. Deli divane gibi koşuşturursun geceler boyu, sevginden geriye yıkık hayaller kalmıştır geriye. Mesafeleri ölçersin yalnız kaldığın zaman, tek tek.... Oysa ne kadar uzak, ne de yakın zaman.
Fırtınayla inatlaşırsın hayat boyu. Küllerini savurursun sevdanın, ardından hicret başlar diyar diyar, yer yer kaçarsın sarayından, saltanatından, yurdundan.Güneş dahi ısıtmaz olur tenini,hayallerini. Kalbin köledir artık, sense bir esir.
Oysa ki gitmek istememiştin bu diyardan, hicret çok uzaktı sana. Nedenini bilmediğin acılar sızlattı kalbini, kanattı yaranı. Tıpkı petekten süzülen bal gibi damla damla semaya yükseliyordun artık. Farkına varmıyordun yılların. Hayat ağlarını örüyordu sana karşı, ilmek ilmek, harf harf ve sen bilmedin, anlamadın, okuyamadın bu beyitleri. Doğru nasıl okuyabilirdin ki; onlar beyaz sayfanın gizli harfleriydi, bir tek sevgilinin gönül gözü idrak ederdi.... Şifreliydi çoğu.
Hayatı bukalemon'a benzetek doğru olur. Rengi çoktur. Bazen sevgi renkleri sarar etrafını, çoğu zaman ızdırap hakim olur cana. Kalp büyük bir mağara, sevmek de büyü bir imtihandır sana
Yıllara, kasırgalara, yaşlılıklara inat, kökleri sağlam çınarlar gibi devrilmeyenlere selamlar olsun ve selam güzele olsun. Çünkü "Güzele iltifat etmek güneşe mum tutmaya benzer. Mum nasıl sönük kalırsa güneşin karşısında iltifatlarımda sönük kalır güzelliğinin yanında..."
alıntıdır..

28 Ağustos 2009 Cuma

KİVİLOTA

DAHA ÖNCE KİMSE YAYINLADIMI BİLMEM DE BİZ BULDUK SANIRIM.BEN HİÇ BİR YERDE GÖRMEDİM ŞU ANA KADAR.TELİF HAKKI BİZİM AİLEYE AİTTİR :)MUHTEŞEM KİVİLOTA



MALZEMELER:

3-4 TANE KİVİ,
2-3 BARDAK SU(KİŞİ SAYISINA GÖRE KİVİ SAYISI ARTTIRILABİLİR BARDAKLA SU SAYISI DA ARTTIRILIR)
BUZ

YAPILIŞI:

KİVİLER YIKANIR.DAHA SONRA İYİCE EZİLİR VE İNCE ELEKTEN SÜZÜLÜR.POSASI ATILIR.ÇIKAN SULU KISMA SU EKLENİR.BARDAKLARA KOYULUR.İSTEĞE GÖRE BUZ VE MEYVE DİLİMLERİ İLE SERVİS EDİLİR.BİZDE MUZ VARDI ONLA SÜSLEDİK)

AFİYET ŞİFA OLSUN

NOT:

KİVİNİN ÇOK SUYU ÇIKMIYOR.KİŞİ SAYISINA GÖRE KİVİ KULLANDIK.SIKARKEN DE SULANDIRMAK GEREK.3 KİVİNİN YARIM BARDAK SUYU ANCAK ÇIKTI...3 BARDAK VE 30 ML BİBERONA YETECEK KADAR MEYVE SUYU HAZIRLADIK.

27 Ağustos 2009 Perşembe

HAYIRLI CUMALAR


CEMAZİYÜLEVVELİNİ BİLMEK



Zaman zaman duymuş yahut okumuşsunuzdur. Eğer birisinin geçmişiyle ilgili olumsuzluklardan bahsediliyorsa, "Biz onun cemaziyülevvelini biliriz!" denir.
Cemaziyülevvel, hicrî takvimdeki aylardan beşincisinin ismidir. Bunu takip eden aya da cemaziyülâhır adı verilmiştir.
Hicrî ayların sırası şöyledir: Muharrem, safer, rebiyülevvel, rabiyülâhir, cemaziyülevvel, cemaziyülâhır, recep, şaban, ramazan, şevval, zilkade, zilhicce. Vaktiyle kapıkulu askerleriyle (yeniçeri ve süvari bölükleri ile acemi ocağı efradı) devlet memurları, üç ayda bir maaş (ulufe) alır ve aldıkları maaşa bu ay adlarından seçilmiş harflerden oluşan bir isim verilirmiş. Buna göre dört isim ve karşıladıkları aylar şöyledir:
Masar: Muharrem, safer, rebiyülevvel Recec : Rebiyülâhır, cemaziyülevvel, cemaziyülâhır Resen : Recep, şaban, ramazan Lezez : Şevval, zilkade, zilhicce.
Kelimelerin aslı Arapça cümadülula ve cümadüâhıre'dir. Arabistan'da, takvimin yürürlüğe girdiği zamanlarda, iki ay boyunca yağmursuzluktan kaynaklar kurumuş. Buna bakılarak da bu aylara cümadülula (ilk kuraklık) ve cümadülâhıre (son kuraklık) adları konulmuş.
Cemaziyülevvel ve âhiri, halkın üç aylar olarak bildiği recep, şaban, ramazan ayları takip eder. Bunun için eski haminneler bu iki aya "büyük tövbe, küçük tövbe" adını koymuşlar-mış-.
Şimdi gelelim "cemaziyülevvelini bilirim" kinayesine:
Bilindiği üzere Osmanlılarda arşivciliğe büyük önem verilir ve devlete ait her belge titizlikle saklanırdı. Şimdiki gibi dosyalama sisteminin olmadığı devirlerde, devlet daireleri bu iş için çuvallar kullanır ve her aya ait biriken evrakı bir torbaya doldurarak saklarmış. Arşiv evrakı birbirine karışmasın ve arandığı zaman kolay bulunabilsin diye de torbaların üzerine iri yazı ile ait olduğu ayın ismi yazılır, böylece mahzene indirilip kronolojik sırasına konulur imiş.
Yıllardan birinde cemaziyülevvele ait evrakın, sandık içine mühürlenip bir yere nakli gerekmiş. Henüz fakir bir mülâzım olan arşiv memuru, istenilen evrakı sandığa boşalttıktan sonra boş torbayı alıp evine götürmüş. Bir müddet sonra da fakirlik belasıyla torbadan bir iç donu diktirip giymeye mecbur olmuş. Ne var ki torbanın üzerindeki halis bezir isi mürekkep, yıkamakla çıkmamış ve cemaziyülevvel yazısı tam da poposunda, okunur vaziyette kalakalmış. Olacak bu ya; bir gün kalem (eskiden devlet dairelerine bu isim verilirdi) arkadaşları onu iç donuyla görüp poposundaki cemaziyülevvel yazısını okuyunca fakir mülâzımın sırrı ortaya dökülmüş; aralarında imalı imalı gülüşmeye başlamışlar.
Gel zaman, git zaman; mülâzım efendi çalışıp çabalamış, okumuş yazmış ve kısa sürede yükselmiş. Artık kadife astarlı samur kürkler, mücevher işlemeli kaftanlar giyer olmuş. Eski arkadaşları kendisine gıpta ile bakmaya ve hatta kıskanmaya başlamışlar. Onun yüceliğinden bahsedildiği bir gün de içlerinden biri,
— Canım, demiş; şimdiki hâline bakmayın, biz onun cemaziyülevvelini biliriz.
O günden sonra cemaziyülevvelini bilmek, birisinin mazideki bir ayıbından kinaye olarak kullanılmaya başlanmıştır.
İskender Pala - İki Dirhem Bi Çekirdek

İyiliği Teşvik Kötülükleri Menederlerdi



O DİYARIN SAKİNLERİ "la ilahe illallah..."ın ne mana taşıdığını, bu cümlenin mahiyetini, ele aldığı mevzuları gösterdiği hedefi temelden kavramışlardı. Bunun alameti olan Mekke hayatları, müstekbir kafirler tarafından baskıya alınmıştı. Cihata ve hükümlere ait ayet gelmemiş olmasına rağmen, okudukları tevhid Mekke müşriklerini rahatsız etmekteydi. Bu sebeple de iyiliği teşvik ederken Allah'ın nizamını ve hakimiyetini ilan ediyorlar, kötülükten men ederlerken de Allah'ın hayat sistemi ve hakimiyetini tanımayanları reddediyorlardı.
O DİYARIN SAKİNLERİ iyiliği teşvik ve kötülüğü mende Hz. Peygamberi ölçü ve kaynak kabul etmişlerdi. Ondan gördükleri her şeyi yaşamaya çalışırlardı. Neyi emrederse tereddütsüz kabul ederler, neden yasaklarsa, tereddütsüz ondan uzaklaşırlardı. Bazen de Peygamberimize sorarlardı:
"Ya Resûlüllah, İsrailoğullarının başına gelen şey ne idi?" Peygamberimiz Cevap verirlerdi:
"Ne zaman iyileriniz kötülerinize göz yumar, kötüleriniz din bilginleri olur ve küçükleriniz iş başına geçerse o zaman fitne sizi yakalayacak, birbirinize düşman kesilip, hücum ve saldırıya geçeceksiniz" (Ha. Sahabe: 3/279)
O DİYARIN SAKİNLERİ iyiliği teşvik olsun, kötülüğü men olsun. Üç silahlan ile mücadele ederlerdi. El-Dil-Gönül. Bu üç uzvunu silahlaştırmayanların cihat edemeyeceğine inanırlardı. El ve dil silah olmaktan çıkarsa geriye sadece kalp silahının kaldığını binlere bir ölçü koymuşlardır. Şayet her iki hususu gerçekleştiremeyecek olur karşı nefret duymazsa, baş aşağı edilen tulumun içinde bir şeyin kalmadığı gibi, böyle bir kalpte de iman ve iyilik namına bir şeyin kalmayacağını beyan ederlerdi..:
O DIYARIN SAKİNLERİ kötü kimselerle elleri ile savaşırlardı. Münafıklarla delil ve bürhan getirerek savaşırlardı. Şayet her iki hususu gerçekleştiremeyecek olurlarsa, onlar için bir çare ileri sürerlerdi; Hiç olmazsa o kötülüğü işleyenlere karşı surat asınız. Kötü her şeye kalben nefret duyunuz.
O DİYARIN SAKİNLERİ kendileri bazen iyilik yapmazsa bile başkalarını yapmaya teşvik ederlerdi. İyiliği teşvik ve kötülüğü men etmede başkalarına yardımcı olanlar Allah'tan ücret alma hususunda eşittirler. Kenara çekilip "Nemelazımcılık" hastalığı onların semtine uğramamıştır. Onların yaptıkları dedikleri olmuştur. Dudaklarında çıkan söz, kalplerinde bulunanlar olmuştur. Kalp ve dil ihtilafı kopukluğu onların hayatında görülmemiştir.
O DİYARIN SAKİNLERİ âhiret günü inancını her an yaşamışlardır. Bu iman onları ne zulme meylettirmiş ne de zulme uğratmıştır. Her hak sahibinin hakkını Ahirette alacağına imanları tam olduğu için, iyiliği teşvik ve kötülüğü men etmede haddi aşmamışlardır. Yapılması icap edeni yapmışlardır. İfrad ve tefrid onlarla bağlantı kuramamıştır.
O DİYARIN SAKİNLERİ Yüce Allah'tan gelen emirleri, iyilik, yasakları kötülük kabul etmişlerdir. İyiliği yaşamış ve yaşatmaya gayret sarf etmişler; kötülüğü hayatlarından kovarak, diğerlerinden uzaklaştırmaya çalışmışlardır.
BU DİYARIN SAKİNLERİ temelde iyilik ve kötülük ıstılahlarının mahiyetini yeterince kavrayamamışlardır. Ölçü olarak da İslâm, ölçü kabul edilmeyince iyilikler ve kötülükler nerede ise yer değiştirmiştir. Bu acı gerçek öyle bir ağır fatura ödettirmiştir ki, kötülerin iyiliği imha etmesinde bu diyarın sakinleri onların safında bulunmuştur. Belki de farkında olmadan. Böylece kötülerin ekmeğine yağ sürülmüş ve onların gayr-ı meşru hayatı meşru imiş gibi anlaşılmıştır.
BU DİYARIN SAKİNLERİ kendi tutundukları dalı kesercesine müslüman kardeşleri ile kıyasıya mücadele etmenin vazife olduğuna inandırılmıştır. Bir araya gelindiğinde müslüman kimselerin, derneklerin, teşkilatların aleyhinde konuşmak sohbetlerin sanki şiarı olmuştur. Yüzlerce iman ve İslâm düşmanları varken, kıymetli zamanlar hep müslümanların aleyhine harcanmıştır.
BU DİYARIN SAKİNLERİ en büyük iyilik olan Allah'ın hayat nizamını ve hakimiyetini tanımanın birinci vazife olduğu inancını nerede ise zayıflatmışlardır. Farz ameller için bir nevi lokomotif diyebileceğimiz bu iyilik diğer iyilik ve farzları peşinden sürüklemesi gerekirken, bu diyarın sakinleri arasında bu tarz, askıya alınmışçasına araştırma mevzusu yerine konulmuştur. Aynen bunun gibi tüm kötülüklerin başı ve lokomotifi durumunda olan Allah'ın sistemini sistem kabul etmemek kötülüğü gömemezlikten gelmek kıyıda köşede kalmış birkaç kötülüğü teşhir etmekle vazifenin biteceğini zehabına kapılmak hatasına düşülmüştür. Heyhat, ne kadar uzak...
BU DİYARIN SAKİNLERİ unutulmuş olan sünnetleri ihya etme durumunda olanlarla da kıyasıya mücadeleye girmişlerdir. Fitneyi tariften aciz olan bazıları, Resûlullah'ın yolunda olanları her zaman fitnecilikle suçlamışlardır ve hâlâ bu gafletlerini devam ettirmektedirler. Hem de "Âhiret Gününe de inandım" dedikleri halde mesela, milyonlarca insan camiden ve bayram namazından uzak kaldığı halde bunlar göze batmamış, hilâle göre bayram namazına çeki düzen vermek isteyenler acımasızca ve müslümana yakışmayacak üslûplarla hakarete maruz bırakılmıştır. Yine bunun gibi binlerce insan oruç ibadeti ile alay ettiği halde onlara ses çıkartılmamış, Resûlullah'ın oruç hakkındaki sünnetine müracaat edenler merhametsizce tenkit edilmiştir.
Bu tipteki olan kimselere diyoruz ki, İslâm'dan anladığınız cami, minare, ezan, hac, kurban, zekat gibi esaslar ilavesiz olarak sizin hayatınızı kuşatmış ve diğerlerine başvuracak bir iman yapısına sahip olmadığınız müddetçe sizleri muhatap kabul etmiyoruz ve etmeyeceğiz de... Bir Filistin meselesini, bir Afganistan cihatım, bir Hürmüz Boğazını gömemezlikten gelen basiretsizlerle uğraşacak vaktimiz yoktur. Onların benimsediği hayatı hayat kabul etmediğimiz gibi, onlarla teşrik-i mesaî kurmanın zaman israfı olacağına inanıyoruz.
BU DİYARIN SAKİNLERİ o diyarın sakinlerinin peşine takılmalıdır. örnek ve kaynak ancak onlardır. Onlardan gelen her şey başımızın tacıdır. O diyarın sakinlerinin peşine takılanları, bu diyarın sakinlerinden olup da tenkit edenler, fitnecilikle itham edenler tövbe ve istiğfar etsinler. Eğer örnek ve ölçü o diyarın sakinleri olarak kabul edilmiyorsa, bu sefer oturup yeniden iman etsinler.

KAROŞ İLE BÖCÜŞ



Bir varmış, bir yokmuş.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde;
Develer tellâl iken, koyunlar berber iken,
Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir karasinek ile bir hamamböceği büyükçe bir evde yaşarlarmış. Her canlının bir dosta ihtiyacı varmış. Bu iki hayvan da arkadaş olmuşlar. İyi anlaşıyorlarmış; çünkü paylaşamadıkları hiç bir şey yokmuş. İkisi için de evde yiyecek bolmuş. Keyifleri yerin-deymiş. Evin hanımı ve çocuklar temizliğe dikkat etmedikleri için karınları bol bol doyuyormuş.
Yine bir sabah karasinek uyanmış, hamamböceği ise uyumaya hazırlanıyormuş.
- Günaydın Karoş, demiş Hamamböceği.
Karasinek de;
-Günaydın Böcüş, diye karşılık vermiş.
Birbirlerine böyle hitap ederlermiş. Biraz sohbet ettikten sonra, gece boyu dolaşan hamamböceğinin uykusu gelmiş, uyumaya gitmiş.
Karasinek, evin hanımının kahvaltı hazırlamasını beklemeye başlamış. Sıkılmaya başlayınca mutfaktaki pencereden dışarı uçmuş. Temiz hava almış ve sokağın kenarındaki büyük çöplüğe konmuş. Pisliklerin içine dalmış çıkmış, birkaç lokma bir şeyler yemiş. Ama asıl iştahını kahvaltı sofrasına saklıyormuş. Sonra eve dönmüş. Herkesin sofradan kalktığını görünce;
- HımmL. İşte sofra beni bekliyor! demiş.
İştahla reçel yemeye başlamış.
Bu evde yaşayan ailenin kahvaltı sofrası, her gün uzun bir süre ortada kalır; sinek de keyifle reçellerden, ballardan yermjş. Çöpe batırdığı kirli ve mikroplu ayaklarıyla yiyeceklerin üzerinde dolaşırmış. O gün tıka basa karnını doyurduktan sonra "Gidip biraz çocuklarla oynayayım." diye düşünmüş. Onların tepelerinde uçmuş. Yüzlerine konup kaçmış. Çocuklar onu kovalamaya başlayınca da saklanmış.
Her günkü gibi öğleden sonra evin çocukları bakkala koşup aldıkları şekerleri büyük bir iştahla yalamaya başlamışlar. Sonra da yapış yapış olan ellerini etrafa sürmüşler. "Ayak yapıştı" oyununu çok seven karasinek ise;
-Yaşasın! Eğlence başladı! diye bağırmış.
Çocuklar, şekerli ellerini etrafa sürünce karasinek bu oyunu oynamaya başlamış. Her zamanki gibi şekerli yerlere ayağını yapıştırıp yapıştırıp çekmiş. Dikkatsizliğinden kanadı yere yapışınca biraz canı acımış. Ama yine de bu oyundan vazgeçmemiş.
Akşam olduğunda karasineğin uykusu gelmiş. Artık etrafta tembelce uçuyormuş. Hamamböceği de bu arada uyanmış. Karasinek ona;
- İyi geceler Böcüş, demiş.
- İyi geceler Karoş, diyerek karasineğe karşılık vermiş. Biraz sohbet ettikten sonra karasinek uyumaya gitmiş. Hamamböceğinin beslenmesi içinse biraz beklemesi gerekiyormuş.
Yavaş yavaş, mutfağın karanlık yerlerinde dolaşmış. Ev halkı ışıkları kapatıp yattıktan sonra her zamanki gibi ağzı açıl kaplardaki yiyeceklere, ortalıkta bırakılmış bir tabak tatlıyQ doğru yavaş yavaş yürümüş.
- Çok iyi, bu gece tatlım bile var! demiş. Bütün yiyeceklerin bir bir tadına bakmış. Sabaha kadar karnını bir güzel doyurmuş.
Günler hamamböceği ve karasinek için keyifli bir şekilde geçerken bir gün, bütün bu düzenleri alt üst olmuş. Çünkü eve başka bir aile gelip yerleşmiş. Bu evin hanımı oldukça titiz çocukları da tertemizmiş. Kahvaltı yapılır yapılmaz reçeller dolaba kalkar, geceleri de ortada ağzı açık yiyecek bırakılmazmış. Bu ailenin çocukları da şeker yemeyi çok seviyorlarmış. Ama yapış yapış olan ellerini asla etrafa sürmüyorlarmış. Hemen yıkıyorlarmış.
Artık karasinek ve hamamböceği aç kalıyormuş. Konuşup anlaşmışlar ve evi terk etmeye karar vermişler. Az gitmişler, uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler. Şehirleri, nice köyleri geride bırakmışlar. O gün bu gündür yerleşecek yer arıyorlar-mış. Karasinek ve hamamböceği temiz insanlardan kaçmışlar. Her evde değilse de bazı evlerde çok mutlu olmuşlar, hastalık yaymışlar. Ne mutlu temiz olanlara.
Sema Maraşlı _ Bana Bir Masal Anlat

AYET-HADİS-DUA-VECİZE







26 Ağustos 2009 Çarşamba

EZANLA NAMAZ ARASI KADAR ÖMÜR



Torunu, pamuk gibi bembeyaz sakallı,nur yüzlü dedesine merakla soruyor :
Dedeciğim! Bir insanın ömrü ne kadar olur?
Dede tatlı bir gülücükle:
Ezanla namaz arası kadar yavrucuğum. deyince torun: Nasıl yani, ömür bu kadar kısa mı? der.
Dede: Evet yavrum. Ömür, namazsız ezanla, ezansız namaz arası kadardır. diye cevap verir.
Torun yeniden sorar: Namazsız ezan ve ezansız namaz sözlerinden ne Kastettiğini anlamadım dedeciğim. Bu ne demek açıklar mısın?
Dede şefkatle ellerinden tuttuğu torununa: Bak yavrum, geçenlerde komşumuzun çocuğu doğdu. Çocuğun kulağına ezan okundu değil mi? işte o ezanın namazı kılındı mı? Kılınmadı. O ezan “Namazsız ezan"dı. İnsan öldüğü zaman kılınan cenaze namazının da ezanı yoktur. O da "Ezansız namaz"dır. Aslında o namazın ezanı insan doğunca okunmuştu kulağına. "Bak ey insan! Doğdun, ama öleceksin, ömür çabuk biter, hayatını iyi değerlendir. Boşa vakit harcama!" ikazını yapıyordu o ezan.
İşte yavrum hayat ezanla namaz arası kadardır. Sakın boşa geçirme. Ömrünü dolu dolu yaşa, bir nefes bile boşluk bırakma!
Alıntı

20 Ağustos 2009 Perşembe

RAMAZAN’IN GÖLGESİNDE REZZAK’I DÜŞÜNMEK



Genç annenin sesi tarla ve bahçelerde yankılanıyor:
“Ali’nin karnı acıktııı!!!”
Uzaklarda bir yerlerde henüz dalından koparılmamış sebzeler bu sesle titreşiyor. Sevecen ve müşfik bakışlı insanlar mütebessim yüz ifadeleriyle dikkat kesiliyorlar annenin sesine. Organik tarım, hormonsuz sebzeler, sağlık ve hijyen vurguları... Kaşık kaşık yedirilen mama sevginin ve ilginin tezahürü niteliğinde. Miniğin beslenme ihtiyacını en güzel şekilde karşılama noktasında her şeyin düşünüldüğü mesajı bu şekilde veriliyor izleyenlere. Son kare annenin ve bebeğin mutlu ve huzurlu görüntüleriyle tamamlanıyor.
Filmi en başa sarmaya ne dersiniz? Küçük Ali’nin henüz ağlayarak acıktım sinyali veremediği zamanlara. Şimdi yavrusu acıktığında onu en sağlıklı şekilde besleme hassasiyeti gösteren annesinin henüz ondan haberi olmadığı zamanlara. Aslına bakarsanız Ali’nin bile kendinden haberi yok. Gözlerin görmediği dar ve karanlık bir mekânda kimseler bir şey bilmezken bir hayat tohumu çatırdıyor. Bir hücre “ol!” emrine boyun eğiyor. Alemlerin Rabbi yeryüzünde misafir edeceği yeni bir insanın inşasını anne rahminde başlatıyor. Safha safha yaşanan bu sürece kimse dahil olamıyor. Halden hale geçişlerle haftalar süren sırlı yolculukta her şey bir plan ve programla yürüyor. Her biri hayati bir görevi icra edecek olan hücreler anlamlı bir bütün olma yolunda gittikçe farklılaşıyorlar, büyüyorlar. Zenginleşiyorlar böylece. Olmayan gözler, kulaklar, kalpler inşa ediliyor.
Bebek yapayalnız ve kendini ifade yeteneğine sahip değil henüz. Üstelik onu neyin beklediğini de bilmiyor. Yine de huzur ve güven dolu. Çünkü yokluktan varlığa çıkarılırken rahmet tecellileriyle yoğrulmakta. Bu muhteşem serüvende kendisinin farkında olmadığı ihtiyaçları karşılanıyor Hayat’ın Sahibi tarafından. Beslenerek yol alıyor. Acıkan karnını doyurmak için değil bu beslenme. Göreceği göz, işiteceği kulak, hissedeceği kalp ve diğer tüm azaları yerince gelişsin diye kimseler fark etmeden besleniyor minik canlı. Dünyaya geldikten sonra o en yakınlarım diye bileceği kişiler bile şu anda olayın tamamen dışındalar. Gözü şu renk olsun, boyu böyle olsun diyemezler. Her halükarda yapacakları şey, dünyaya gelen yavrularını sevgi ve şefkatle kucaklarına alıp bağırlarına basmak olacak. Dünya tatlısı bir ikram karşısında teşekkür ve minnet duygularından başka ne hissedilebilir ki.
Gün saymaların ardından muhteşem bir hayat tecrübesine geliyor sıra. Hayat filminde kadına başrol ve figüranlığın aynı anda biçildiği kare bu olmalı dedirten bir tecrübe. Tam içinde, merkezinde olduğunuzu düşündüğünüz, bir o kadar da dışında kaldığınızı hissettiğiniz, Hayat’ın Sahibi’ne sığınma ve teslimiyet duygularını zirvede yaşadığınız bir zaman dilimi. Anne olmanın anneleri anlama yolunda büyük bir ders olduğu gerçeği daha bir netleşiyor bu tecrübeyle.
Kucağa alınan bebek derdini kelimelerle anlatamıyor. Ancak anne ile arasında özel bir dil var başkalarının çözemediği. Türlü ağlamalar türlü anlamlar içeriyor. Acıkıyor mesela. Annenin telaş etmesine gerek yok. Rahmet tecellileri devam ediyor çünkü. Doğum sonrası bahşedilen anne sütü tam da bebeğin ihtiyaçlarına cevap verecek özelliklere sahip. Kimselerin besin değerlerini ölçüp biçtikten sonra ısmarladığı veya bedelini ödeyip satın aldığı bir şey değil anne sütü. Misafir haneye gönderilen insan yavrusuna Rabbi’nin ikramıdır bu, anne aracılığıyla ulaştırdığı. Bebeğin hem karnı doyar hem sevgi ve şefkati yudumlar annesinden. Bu beslenmeden anne ruhu da payını alır şüphesiz.
İşte bütün bunlar bize hayat yolculuğuna çıkardığı kullarını ta en başından itibaren besleyen, doyuran, yediren, içiren, onları türlü nimetlerle rızıklandıran er-Rezzak’ı hatırlatıyor. Kimselerin derdi değilken kulunu dert edinen, onun ihtiyaçlarına en güzel şekilde cevap veren O. Anne karnında doğrudan rızıklandırdığı insanoğlu, dünyaya geldikten sonra sebeplere sarılmak zorunda kalıyor doymak için. Araya sebeplerin girmesi zamanla asıl nimeti bahşedenin O olduğu hakikatini perdeleme riskini getiriyor. Aşkın olanla bağların zayıfladığı ve sebeplerin ön plana çıktığı bir zihniyetin şekillendirdiği hayatın içine doğanlar açısından bu risk daha bir dikkate alınmalı. Bizi düşünen, ihtiyaçlarımıza cevap vereni takdir etmek, minnet duygularımızı ve teşekkürlerimizi yöneltmek gerektiğini düşündüğümüz adres konusunda “kafamızın karıştırılma” tehlikesi söz konusu çünkü.
Hayatı üretim tüketim ilişkileriyle anlamlandıran, dünyayı ise gerekli gereksiz her türlü üretimin yapıldığı devasa bir fabrika ve tüketimin biteviye körüklendiği uçsuz bucaksız bir pazaryeri olarak algılayan zihniyet nedeniyle ekolojik dengenin alt üst olduğu, toprak, hava ve suyun kirlendiği bilinen bir gerçek. Organik tarım, hormonsuz üretim, hijyen hassasiyeti gibi tedbirler iyi niyetli çabalar kuşkusuz. Ancak hırs, tamah ve doğaya tahakküm etme temelli mevcut düşünce tarzı değişmeksizin her türlü iyi niyetli çabanın da gerçek anlamda derde derman olmayacağı açık. Reklâm filmlerine konu olan ürünlerin nihayetinde kâr maksimizasyonu gözetilerek piyasaya sürülmüş ticari metalar olduğu unutulmamalı. Duygusal vurguların da hedef kitleyi ürünü almaya sevk etme stratejisinin bir parçası olduğu göz önünde bulundurulmalı. Teşekkürün adresini şaşırmamalı velhasıl. Yeryüzünü insanoğluna musahhar kılıp tertemiz rızklar edinmesine vesile eyleyen, er- Rezzak olan Allah ise, teşekkürün ve minnet duygularının yöneltilmesi gereken de O olmalı. Kuluna şah damarından yakın olduğunu bildirenden, sebepler perdesine takılıp uzak düşmek ne büyük kayıp!
Peki acıkan ve doyurulması gereken sadece karnı mıdır insanın? “Rızkı sadece boğazından geçen şey zannedenin aklına şaşarım” diyor Hz. Aişe. Bedenimiz kadar belki ondan daha fazla ruhların, yüreklerin açlığını da hesaba katmak gerek öyleyse. Hayatın Sahibi bu ihtiyacımıza da cevap veriyor. Çünkü O Rahman’dır, Rahim’dir. İnsanoğluna tenezzül buyuruyor. Vahyine muhatap kabul ediyor onu. Biliyor ki ilahi sofradan beslenmeyen ruhlar her daim açlık çekmeye mahkûm. Ruhu açlıktan bitap düşmüş insanlığın huzur bulması da mümkün değil.
Bugün dünyada açlıktan ölen insanlar var. Aslında bu ölümlere zemin hazırlayan da gün be gün ölümüne şahit olduğumuz insanlığın kendisidir. İnsanların cismen sureten halen var olduğu bir dünyada insanlık mumla aranıyorsa hayatın içinde eksik bırakılan veya ihmal edilen çok önemli bir husus var demek ki. Merhamete hayat hakkı tanımayan benmerkezci anlayış nedeniyle yerküremizi kasıp kavuran şiddet, zulüm, mutsuzluk ve huzursuzluk şu haykırışın lisan-ı hal ile ifadesi değil midir?
“İnsanlığın ruhu acıktıııı!!! İnsanlık açlıktan ölüyor!!!”
Bu çağrıya cevap hazır. Yeter ki gözler görmeye, kulaklar işitmeye, kalpler hissetmeye niyetli olsun. İşte Ramazan geldi. Kur’an ayı Ramazan. Halden şikayet etmek yerine dertlere deva olacak Kur’an’la buluşmak, halleşmek zamanı. Yeni bir imkân. Yine bir imkân. Şükürler olsun. Mübarek olsun.
Ayten Yadigar

DOĞUM GÜNÜ SÜRPRİZİ




MERHABA BU GÜN DOĞUM GÜNÜMDÜ.ASLINDA DOĞUM GÜNÜYMÜŞ HEDİYE İMİŞ PEKTE ÖNEMSEMEM.AMA HATIRLANMAK ÇOK GÜZEL.BU GÜN YAKIN BİR ARKADAŞIM DA ARADI DA ÇOK ŞAŞIRDIM HEMDE ÇOOK SEVİNDİM ......

BU RESİM DE EŞİM TARAFINDAN BENİM İÇİN YAPILDI.BENDE AĞZIM KULAKLARIMDA EKLEDİM SİTEMİZE :) İNSANIN EN YAKININDAN BÖYLE BİR JEST GELİNCE MEMNUN OLMASINDA NE YAPSIN.

BU GÜZELİM RESMİ SİZLERLE DE PAYLAŞMAK İSTEDİM.

RABBİM ÖMRÜMÜZÜ HAYIRLA GEÇİRMEYİ NASİP ETSİN YOLUNDAN VE YANINDAN AYIRMASIN

AMİN

ÇOCUK ODASI KAPISINA YAZI

KAZAK MODELLERİ


NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI


17 Ağustos 2009 Pazartesi

YUSUF-HAMZA VE KUZENLER

Tatil dönemi gezi ve sıla-i rahim ziyaret fotoğrafları...

Kuzen Anıl'ın geçenlerde doğum günü idi ve mütevazi doğum partisi sonrasında kuzenlerin çektirmiş oldukları bir fotoğraf. Büyük kuzen Anıl küçük kuzenleri kanatları altına almış...



Bekir Sait kuzenimiz Spiderman'a kendisinin rakip olduğunu ve Spiderman IV filminin çekimlerine bizim bu yakınlarda başladığını herkese ilan ediyor. Bakalım ne zaman sinemalarda görecez...


Bekir Sait abisi ve kuzeni Yusuf''un yaptıklarından illallah demiş ve objektiflere bu rahatsızlığını işte bu şekilde göstermiştir.


Yusuf'un çekmeye çalıştığı fotoğrafa poz vermek istemeyen Bekir Sait, benim fotoğrafımı eniştemden başkası çekemez şeklinde tepki gösteriyor. Fakat Yusuf bu tepkiye karşılık fotoğrafçılık azmini gösteriyor ve bir kaç poz yakalamayı başarıyor.


Ailenin yeni üyesi, gülmeyi seven evladımız Hamza... Bir kere bakmaya gör iki dişini gösterir ahanda iki dişim oldu sonra da diğerleri gelcek o zaman görürsünüz dercesine hava atıyor. Mütebessim oğlumuz, Allah ömrünü hayırlı kılsın.(amin)


İcra edilen yemekte Hamza'nında payına düşen bir but, Erol Taş gibi yiyemesede kendince Tavuk Budu yemenin inceliklerini objektifimiz aracılığıyla siz izleyenlere kıvançla sergiliyor.


Bu kişiyi zaten tanıyorsunuz, artık büyüyor...

15 Ağustos 2009 Cumartesi

KREMALI MANTAR ÇORBASI

UZUNNN ARADAN SONRA SİTEMİZE EKLEME YAPMAYA BAŞLADIK(BİLGİSAYARIMIZDAKİ TEKNİK PROBLEMLER VE FOTOĞRAF MAKİNAMIZ BOZUK OLMASI NEDENİ İLE) SİZLERDEN AYRI KALMIŞTIK. UMARIM BEĞENİRSİNİZ SİZLERLE İLK PAYLAŞIMIM LEZZETLİ VE VİTAMİNLİ BİR ÇORBA TARİFİ OLACAK...........

MANTAR ÇORBASI

MALZEMELER:

5-6 TANE ORTA BOY MANTAR,
2 BARDAK SÜT,
1-2 KAŞIK YAĞ,
2,5 ÇORBA KAŞIĞI UN

YAPILIŞI:
TENCEREMİZ OCAĞA KOYULUR,İÇİNE YAĞ KOYULULUP ALTI KISILIR BU ARADA YIKANIP SUYU SÜZÜLEN MANTARLAR KÜP DOĞRANIR.
ERİYİP KIZGINLAŞAN YAĞIMIZIN İÇİNE UN EKLENİR.SÜREKLİ KARIŞTIRARAK
KAVRULUR (HELVA KOKUSU ALANA KADAR)
OCAĞIMIZIN ALTI KAPATILIR.TENCERE SOĞUMADAN HEMEN HEM KARIŞTIRIP HEMDE DİĞER ELLE SÜT YAVAŞ YAVAŞ EKLENİR PÜTÜR VE TOPAK OLMAMASINA DİKKAT EDEREK.SÜT VE UN İYİCE KARIŞTIRILIR.SONRASINDA İSE ILIK SUYUMUZDAN EKLİYORUZ.(ÇOK AZ KOYULAŞMA PAYI VEREREK) ÇORBAMIZIN KIVAMINI AYARLIYORUZ.
İÇİNEDE MANTARLARIMIZI EKLİYORUZ.KAYNAYANA KADAR SÜREKLİ KARIŞTIRIYORUZ.ACELENİZ YOKSA KISIK ATEŞTE 25-20 DK PİŞMESİ BEKLENİR.

(BİZ HIZLICA PİŞSİN DEDİK AMA BİR BÖLÜMÜ TAŞTI :) BİZİM GİBİ OCAĞI KISMADAN PİŞİRİP HEMEN YEMEK İSTİYORSANIZ AKLINIZDA BULUNSUN TENCERENİN KAPAĞINI KAPATMAYIN :)

6 KİŞİLİK ÇORBA OLUYOR KENDİNİZE GÖRE ÖLÇÜYÜ ARTTIRIP-AZALTIP PİŞİREBİLİRSİNİZ.ÇOK LEZZETLİ BİR ÇORBA OLDU

AFİYET ŞİFA OLSUN

7 Ağustos 2009 Cuma

HAYIRLI CUMALAR

Uzunca bir aradan sonra yeniden Merhaba,
bilgisayarımızda oluşan sorunu geçte olsa gidermiş durumdayız. Bundan böyle yayınımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz inş.

''/