30 Eylül 2009 Çarşamba

MEMLEKETİ SİZ NEDEN DÜZELTMEDİNİZ, PAŞA?


Görevden uzak kaldığı süre içinde bir gün eski Sadrazam Mehmet Rüştü Paşa, resmi dairelerin kötü gidişinden yakınırken hocası Seyfüddin Efendi, kendisine itiraz etti ve bu kötü gidişte kendinin de payı olduğunu anımsattı:
“Defalarca sadrazamlık makamında bulundunuz, Paşa” dedi. “Yakındığınız bu kötü gidişi o zaman siz neden düzeltmediniz?”
Mehmet Rüştü Paşa, hocasının bu sitemli sorusuna şöyle karşılık verdi:
“Hakkınız var hocam” dedi. “İzin verirseniz ben size gerçeği söyleyeyim de bana hak verin.”
Hocasının izni üzerine, Mehmet Rüştü Paşa, sadrazam olmasına karşın devlet işlerinin kötü gidişi karşısındaki çaresizliğinin nedenlerini şöyle açıkladı:
“Biz elimize dürbün alıyoruz, uzakta denizin ortasında bir gemi görüyoruz. Dümeni, yelkeni bozulmuş, batacak bir halde çalkalanıyor. ‘Canım bu geminin içinde adam yok mu, durumun tehlikesini görmüyorlar mı? Kurtulmaya neden çalışmıyorlar? Diyerek gemiyi kurtarmaya koşuyoruz, içine giriyoruz. Bir de görüyoruz ki, geminin sakinleri, ellerine tefler, davullar, zurnalar almışlar, çalıp oynuyorlar. ‘ Yahu bu ne hal? Batıyorsunuz, kurtulmaya neden uğraşmıyorsunuz?’ diyoruz. Onlar, ‘Çok söylenme. Keyfine bak!..’ diyorlar. Göbek atarak, rakı vererek bizi de kendileri gibi sarhoş etmeye çalışıyorlar. İçlerinden bir kimseye dert anlatmanın olanağı olmadığını anlayınca, bizim durumumuzda onların durumuna benziyor. Vur patlasın, çal oynasın âlemlerine dalıyoruz. İşte iktidar mevkiine geldiğimiz zaman bir iş göremeyişimizin nedeni, söz anlatacak adam bulamayarak, sonunda biz de söz anlamayacak bir duruma gelmekte oluşumuzdur.”

BOYAMA KİTABI

RESİMLERİN ÜZERİNE SAĞ TIKLAYIP RESMİ FARKLI KAYDET KOMUTU İLE BİLGİSAYARINIZA KAYDEDİP WORD VEYA BENZERİ BİR PROGRAM SAYESİNDE YAZICIDAN ÇIKTI ALARAK ÇOCUKLARIMIZA BOYAMA KİTABI OLUŞTURABİLİRİZ.







Owner

29 Eylül 2009 Salı

SİGARA SAĞLIĞA ZARARLIDIR

SENİ HİÇ ÖZLEMEDİM

WALLPAPER

RESİMLERİN ORJİNAL BOYUTLARINI GÖRMEK İÇİN ÜZERLERİNE TIKLAYINIZ...










HEPSİ ÖDENMİŞTİR...



Küçük oğlumuz annesine, elindeki kağıdı uzattı. Annesi ellerini kuruladıktan sonra kağıdı aldı ve okuma-ya başladı.
Şöyle bir hesap vardı kağıtta:
Çimleri biçtiğim için, 5 dolar.
Bu hafta odamı temizlediğim için, 1 dolar.
Alışverişe gittiğim için, 50 sent.
Küçük kardeşime baktığım için, 25 sent.
Çöpü attığım için, 1 dolar.
İyi bir karne getirdiğim için, 5 dolar.
Toplam borç: 14 dolar 75 sent.
Annesi, kendisinden para koparabileceği umuduyla kendisine bakan oğlumuzun önce saçlarını okşadı, sonra eline bir kalem aldı ve elindeki kağıdın arkasına şunları yazdı:
Seni dokuz ay karnımda taşıdım: Bedava.
Hasta olduğunda başını bekledim, elimden geleni yaptım, senin için dua ettim: Bedava.
Yıllar boyu değişik nedenlerle senin için gözyaşı döktüm: Bedava.
Senin için geceler boyu kaygı duyup, uykusuz kaldım: Bedava.
Oyuncaklarını topladım, yemeğini hazırladım, giysilerini yıkadım, ütüledim: Bedava, yavrum.
Ve bunların tümünü topladığın zaman gerçek sevginin bedelinin olmadığını görürsün: Bedavadır çünkü.
Annesinin yazdıklarını okuyunca oğlumuzun gözleri doldu. Annesine baktı ve : “Anneciğim, seni çok sevi-yorum” dedi. Sonrada annesinin elinden kalemi aldı ve kağıda büyük harflerle şunları yazdı:
“Hepsi ödenmiştir...”

24 Eylül 2009 Perşembe

AYET-HADİS-DUA-VECİZE




CANLI GAZETE...


Başhekim, akıl hastanesinin bahçesinde dolaşıyordu. Bir kalabalık gözüne çarptı ve hemen oraya gitti. Hastalar bir halka oluşturmuş, ortada dönüp konuşan birini dinliyorlardı:
“Trafik kazası... Yarışlar sona erdi... Paraşütü açılmayan sporcunun hazin ölümü...Bir başarı öyküsü... Burcunuz diyor ki...
Başhekim “Ne yapıyorlar bunlar böyle?” diye sordu.
Yanındaki görevliler, “Efendim” dediler. “Ortadaki kendinin gazete olduğunu sanıyor, haberleri bildiriyor.”
Başhekim dolaşmasını sürdürdü. Fakat biraz ileride sekiz, on hastanın iplerle sımsıkı birbirlerine bağlanıp bir köşeye yatırıldığını gördü. Yanındaki görevlilere sormadan görevliler hemen olayı açıkladılar:
“Onlar, okunmuş da iadeye gidecek eski gazeteler, efendim.”

ŞIMARIK MİSAFİR


Bir varmış, bir yokmuş.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde.
Saçlarımı iğneli fırça ile tararken,
Döndüm baktım aynaya,
Bir kel kafa gördüm.
Bitler kaçışırken, sinekler üşüşürken;
Koştum dere kenarına, soktum başıma suya.
Bir balık öptü başımdan
"Al beni, kurtar sudan."
Ben kaçtım balık kovaladı. Balık kaçtı ben kovaladım.
Kaçtım, kaçtım yeni bir masala kapı açtım.
Ülkelerden bir ülkede yaramaz mı yaramaz, şımarık mı şımarık bir çocuk varmış. Bu çocuğun ismi Yavuz'muş. Yavuz davranışlarıyla etrafındakileri sürekli rahatsız edermiş. Anne babasının sözünü dinlemezmiş.
Bir gün annesi, Yavuz'u da alarak köyde oturan teyzesine ziyarete gitmiş. Teyzesi ve çocukları Yavuz'la annesini görünce çok sevinmişler. Ancak sevinçleri uzun sürmemiş. Çünkü Yavuz gelir gelmez yaramazlık yapmaya başlamış.
Çocukların oyuncaklarını dağıtmış, kırmış. Teyzesinin çocukları çok üzülseler de misafir olduğu için ona bir şey dememişler. Fakat Yavuz, şımarık hareketlerine bir türlü son vermeyince dayanamayarak ona kızmışlar.
Yavuz suçlu olduğu hâlde çocuklara;
- Ne kötü ev sahibisiniz. Ben de gider kendime misafir olacak başka bir yer bulurum, demiş. Annesine haber vermeden oradan ayrılmış. Doğruca ormana gitmiş. Mağaraların olduğu yüksek yerlere tırmanmış. Sevinçle büyük bir mağaraya girmiş. Meğer bu mağara, iki küçük yavrusuyla yaşayan kocaman bir ayının eviymiş.
- Merhaba, beni misafir eder misiniz? diyerek içeri girmiş. Misafirperver ay. Yavuz'un önüne çeşit çeşit yiyecekler koymuş. Yavuz, yavru ayılarla oyunlar oynamış. Geceyi de ağının kendisi için hazırladığı güzel bir yatakta geçirmiş.
Sabah uyanır uyanmaz da yaramazlık yapmaya başlamış. Anne ayının kulağına yaklaşarak avaz avaz bağırmış. Ayı, iri gövdesiyle yattığı yerden fırlamış. Yavuz hantal ayıyı yerinden böyle hızlıca kaldırdığı için çok mutlu olmuş. Kahkahalar atmış. Ayıyı iyice çileden çıkarmış. Ayı siniflen-miş sinirlenmesine ama misafir olduğu için Yavuz'u affetmiş. Yavuz akşama kadar yavru ayıları da canından bezdirmiş.
Yavuz ertesi sabah yine uyuyan ayının kulağına bağırmış. Ayı bu defa çok kızmış. Homurdanarak onu yerden kaldırmış. Yavuz'un korkudan yüreği ağzına gelmiş. Ayı onu sımsıkı tutuyor ormanda hızla koşuyormuş. Yavuz "Bir daha yapmayacağım beni affet!" diye bağırarak ağlıyormuş. Ancak sinirli ayı onu hiç dinlemeden yoluna devam etmiş. Sonunda bir yerde durmuş. Yavuz'u yere bırakarak uzaklaşmış.
Yavuz canımı kurtardım diye sevinirken kafasına hızla bir Şey düşmüş. Başını kaldırdığında bir de ne görsün! Ağaç dalları maymunlarla dolu. Meğer ayı onu maymunların yaşadığı bölgeye bırakmış.
Yavuz maymunları gördüğü için çok sevinmiş ama bu vinci pek uzun sürmemiş. Maymunlar yedikleri muz ve fıstık kabuklarını onun kafasına fırlatıyorlarmış. Bazı maymunlar da gelip onun saçını, elbisesini çekiştirmişler. Yavuz hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Onun ağladığını gören maymunlar hep bir ağızdan şarkılar söylemeye başlamışlar. Onlar Yavuz'la eğleniyorlarmış.
Maymunlar kaçmaya çalışan Yavuz'u yüksek bir ağacın dalına çıkarıp oturtmuşlar. Onu sürekli muz ve fıstık yemesi için zorlamışlar. Maymunlar o kadar çok yaramazlık yapmış- | lar ki Yavuz'un canı çok sıkılmış. Başkalarını rahatsız ederek eğlenmenin ne kadar kötü olduğunu anlamış. Yavuz'u şımarık maymunlardan çevredeki avcılar kurtarmış. Onu her yerde arayan ailesine götürmüşler. Annesi sevinçle oğlunu kucaklamış.
O günden sonra Yavuz başkalarını rahatsız eden maymunları hiç unutmamış. Daha dikkatli bir çocuk olmuş. Yine oyunlar oynamış ama kimseyi rahatsız etmemiş, herkes tarafından sevilmiş.
Sema Maraşlı _ Bana Bir Masal Anlat

AŞK DEDİĞİN



Aşk dediğin elif gibi olmalı, dümdüz, dosdoğru…
Aşk dediğin şın gibi olmalı, şeksiz şüphesiz ve üç noktası özü, sözü, gözü anlatmalı…
Aşk dediğin kaf gibi olmalı, kaf dağı gibi ulaşılmaz erişilmez olmalı, iki zirvesi iki nokta gibi göğe uzanmalı, biri can biri canan olmalı…
Hem kaf aşkın kalbidir onu çıkarınca geriye aş kalır, mide kalır… Aşk gönül işidir; gıdası cananın tebessümü, bir tatlı sözüdür…
Alemin var olma sebebi Aşktır, dünya Aşk ile döner, güneş her sabah Aşka gülümser, yıldızlar kara gecede Aşkı aydınlatır, yağmur bile Aşkı yeşertmek için yağar aleme…
Aşk dediğin Hz. Hifa hatun ile Hz. Suheyb’in sevdası gibi olmalı…
Gülün Nazı, Bülbülün niyazı hep Aşk içindir… Şairlerin yazdığı, ressamların çizdiği hep Aşk değil midir?
Hz. İbrahim’in gönüllü girdiği ateşi gülistana çeviren Aşk, Hz. Yusufu Mısır’a sultan eden Aşk, Hz. Muhammed sallallahü aleyhi vesellem efendimizin sidret’ül müntehadan ötelere götüren Aşk …
".....AŞK sözcüğü zaten sözlükte sarmaşık demekmiş. Bir sarmaşık çınarları. servileri nasıl sarmalarsa AŞKta öyle sarıp sarmalarmış çınar gibi yiğitleri, servi boylu dilberleri ve her sarmaşık sardığı ağacı kuruturmuş sonunda dıştan yemyeşil ve güzel gösterirmiş ama içten içe kurutur, çürütür, çökertirmiş...."
".....sevmenin tabakaları muhabbet, AŞK ve dert olmak üzere üç derecedir;
-muhabbet odur ki; mahbubunu görürse memnundur, görmezse kaydında değildir.
-AŞK odur ki; mahbubunu görürse memnundur, görmezse mahzundur.
-dert odur ki; mahbubunu görürse de mahzundur, görmezse de mahzundur...."
Aşk hüznün dostudur, hasretin yoldaşı… Gurbettir hep Aşkın mekanı… Hep biri ister, biri gözler, birden başkası düşmanıdır Aşkın…
Aşkın tek gıdası, ekmeği, aşı, aşığın gözyaşıdır. Aşkın bayramı maşuğun bir tek tebessümüdür…
Aşk; görebilmektir, binlerce kişi içinde bile onu görebilmek, ama bazen de görmezden gelebilmektir.
Aşk ta karşılık beklemek yoktur. Aşığın duası her an “Yarabbi onun hakkında hep en hayırlısını nasip et, ona gelecek dertler, üzüntüler bana gelsin” diyebilmektir. Ya da “ Ben öleyim o kalsın, ben ağlayayım o gülsün … ” Ama en önemlisi Hz. Ebubekir’in duası gibi dua etmektir. Hani diyor ya “Yarabbi benim vücudumu o kadar büyüt o kadar büyüt ki cehennemde benden başka kimseye yer kalmasın.” İşte Aşık en azından diyebilmeli ki “Yarabbi benim vücudumu iki kişilik yap eğer onun cezası varsa onun yerine de ben yanayım, yer kalmasın cehennemde o dışarıda kalsın”
Hatırlamak; unutanlara has bir özelliktir. Aşk dediğin unutmak tükenmektir diye bilip hiç unutmamaktır…
Aşk, Nazdır . Tüm sevdaların olmazsa olmazı naz… Türk’ün ta Türkistan’dan çıkıp geldiği, İstanbul’un Fatih’e ettiği naz… Naz anlayana niyazdır. Bilesin!
Aşk; her şeyi, her anı, her zamanı, her mekanı O ve diğerleri diye ayırmaktır. Onsuz bir geçmişi buruşturup çöpe atabilmek, onsuz bir geleceği hayal bile etmemektir.
Aşk; en çokta haddini bilmektir….
Aşk susmayı bilmektir, susabilmektir…

Ve Aşk; bilmektir Ey Sevgili!
Bir tek yârı bilmek, onu candan daha aziz bilmektir. Ondan gayrı bildiklerinin hiçbir şey olduğunu dünyanın onunla mana bulduğunu bilmektir.
Onun selamı ile gelen bela olsa Eyvallah diyebilmektir.
Kızmana, gülmene, gelmene, gitmene, kalmana ölmene hepsine Eyvallah. Bilesin!
Mustafa Türkarslan

17 Eylül 2009 Perşembe

Yusufca


Uzun süredir Yusuf ve Kardeşi ile ilgili pek bi yazı yazmamışız, geçen akşam Yusufla çalışırken söylediği bir söz bizleri gülümsetti ve yazalım ve paylaşalım dedik.
Ben Yusufla çalışıyorum, boyama yapıyoruz, resimlerdeki farkları buluyoruz. Birde odanın tavanına asmak için hayaletler yapıyoruz. Ama Yusuf yorulmuş uykusu var ve dikkati dağılıyor. Ama bir o kadarda direniyor... Ben dedim ki;
- Oğlum sanırım dikkatin dağılıyor. Dikkatini veremiyorsun...
Yusuf cevaben...
-Evet baba dikkatim dağıldı. Seninle onları toplarız değil mi? Bana yardım edersin sanırım...
Biz koptuk...

Bu öğlende, benle akşam parka gitmek için söz koparmaya çalışıyor...
Legodan yapmış olduğu arabasını masaya koyup;
-Baba bu arabayı senin için yaptım, arabanın burada durmasına izin verirsen parka gideceğiz demektir, durmasın dersen gitmeyeceğiz demektir. Şimdi kararını söle dursun mu durmasın mı?
Ben duymazdan geliyorum pek dikkatimi vermiyorum.
Bir süre sonra;
-Efendim oğlum, ne demiştin anlamadım, tekrarlar mısın?
-Bende unuttum, ne söylemiştim, bana hatırlatırmısın? Hatırlatırsın, hatırlatırsın, sen biliyorsun, anladın anladınnn...
Akıllı oğlumuz büyümüşte bizi tiye alıyor...
Owner

16 Eylül 2009 Çarşamba

DUA



Hatırımıza düştün hatırına düşür bizi. Sevdik seni, sevindir bizi. Uzaktayız yakınına vardır bizi; yandık pınarına kandır bizi. Sıcak yaz günlerinde yaş dalların titreyişi gibi yandır bizi serin kuyulardan; koyu gecenin yıldızlarına karşı uyandır bizi derin uykulardan. Gözyaşı değil nice demdir gözümüzden akan; belki eriyip biten ruhumuzdur damlayan!.. Gül sözleri edelim çok çok, ve gonca sükutu az az. Gül düşleri görelim gül gecelerinde, Gül’ün aşkını derelim gül hecelerinde. Gözü sürmeli ile ağlayanın arasına gül serpelim, güle yeminler edip. Gönülleri yıkayalım gül suyuyla. Gönüldendir şikayet kimseden feryâdımız yoktur.
Gönlüm ki Gül’e hasret… Üçüncü halin imkânsızlığında… Ve kozanın amansız yırtılışında…
Cevher Gül’e düştü, mıknatıs bana, güzellik Gül’e, sevgi bana… Güzeller güzelleri severmiş ve sadıklar sadıkları… Güzelliğimi arttır benim Gül’üm, ve arındır ayrık güzelliklerden sevgilerimi… Senden yüzüne bakma lezzetini isterim ve titrerim vefadan sonra ayrılığına düşme dehşetiyle. Genişlet sana indirilene yaslanmakta sinemi, ve sade kıl sensiz düşüncelerden gönül ayinemi. Bir yankı ol, ses kat sesime; bir nazar kıl can ver nefesime. Düşümde ya hayalde gel, bitirdi gerçek beni; geldir bizi her halde gel ya yanına çek beni!. Gel Efendim! Sen gelmeyince hatıra bilsen neler gelir!...
Gönül ki Gül’e hasret…
Güzellik kendisine sıfat değil ad olan… Gül olmayınca bahçeler berbad olan…
Bakışındandır başlangıcı bütün hadiselerin ve en büyük yangın aşkının bir kıvılcımından… Dönüyorsa gökler bir yüzük halkasınca ve dönmedeyse içinde ne varsa, kaşındandır yüzüğün, inci tanesi kaşından… İyi hal de hatırlatıyor seni bize, kötü hal de; korktuğumuzda da sevgin var içimizde, umduğumuzda da… Gözyaşlarımız gözbebeklerimizi boğazlıyor sensiz, duru şaraplar içinde zehirler yutuyoruz… Gökkuşaklarını toprağa gömenler de, nurunu ağızlarında söndürmek isteyenler de senden öte sınavlarda değiller aslında. Nefis kendini içine üflemekte daim. Gülü kendi sesinde solduranların seni beklemekle geçecektir yüzyıllar süren ömürleri. Ah bir bilseler!.. Hâb-ı gaflette geçen ömrümü rü’yâ gördüm.
Gönüller ki Gül’e hasret…
Gönül ki kana boyandı ve Gül’ün aşkına yandı…
Aşk, bir Gül’ün adıydı… İmdat ki seven unuttu, vefa yine sevgiliye düştü!.. Gel ey, unutma bizi!… Seni bir seven aşkına sev hepimizi!.. Kararlıyım bu gece, bütün varlığımla seni öveceğim… Seni sevdiğim gibi…
İskender Pala

8 Eylül 2009 Salı

PİRİNÇ PİLAVI


Malzemeler:(5 kişilik)
3 bardak pirinç,
1,5 yemek kaşığı tereyağ,
4,5 su bardağı kaynar su,
ve pirinci ıslamak için ayrıca 4-5 bardak kaynar su,

Yapılışı:
İlk önce kaynattığımız 4-5 bardak suyumuz ile ayıklanmış pirincimiz ıslatılır.yarım saat kadar bekletilir.

Islanan pirincimizi tel süzgece alıp iyice suyunun süzülmesi sağlanır.
Bu arada pilav tenceremize yağımız koyulup kızarması sağlanır.Suyu akan pirincimiz de eklenir.Yavaş yavaş karıştırılarak kavrulur.kaynamış 4,5 bardak suyumuz ve tuzu eklenerek pişmeye bırakılır.5 dk harlı ateşte daha sonrada suyunu iyice çekene kadar kısık ateşte pişirilir.

7 Eylül 2009 Pazartesi

ÇOCUKLARLA RAMAZAN SEVİNCİ



“Zaman ne kadar çabuk geçiyor” dedi içinden sahur yemeği hazırlıklarını yaparken. “Allahım, Recep ve Şaban’ın bereketinden bizi nasiplendir. Hayırlısı ile Ramazan’a ulaştır” duaları sanki dün söylenmişti. Oysa kutlu ayın son on gününe girilmiş ve bayrama doğru geri sayım daha bir hızlanmıştı. Bin aydan daha hayırlı olduğu bildirilen Kadir gecesinin saklı bulunduğu bu müstesna günler, o geceyi arama telaş ve heyecanıyla su gibi akıp gidiyordu adeta.
Bu Ramazan her zamankinden farklı bir anlam yüklenmişti anne için. Evin küçükleri, daha mübarek ay girmeden bir coşkuya kapılmışlar, Allah’ın izni ve yardımıyla bu sene hiç bırakmadan oruç tutma niyetine girmişlerdi. Gerçi birkaç senedir yarım günle başlayan, hafta sonları tam günle devam eden oruç tecrübeleri olmuştu. Bir yandan yaşça buna dayanabilirler mi diğer yandan okulla beraber zorlanırlar mı düşünceleri anne babayı biraz meşgul etmişti. Ancak böylesine güzel bir niyetle Ramazan ayını karşılayan evlatlarının coşkusuna mani olmak ve heveslerini kırmak olmazdı. Bu durumda onların niyetlendikleri şeyi tecrübe etmelerine fırsat vermek, devam edip etmeme hususunda nihai kararı kendilerine bırakmak daha sağlıklı olacaktı.
Birazdan her gece olduğu gibi çocukların odasına gidip “Canlarım, sahura kalkıyor musunuz?” sorusunu soracak, onlar da uyku mahmurluğundan sıyrılmaya çalışarak “Tamam anne geliyoruz” diyeceklerdi. Bu gibi ifadelerin tekrarı o sahur heyecanını hiç de rutinleştirmemişti. Gecenin bir vaktinde ailece ayakta olmak, birlikte yenen sahur yemeği, küçük bir cemaat halinde kılınan sabah namazları ve akşam iftar sofrasına taşınan duygular… İşte bu Ramazan’ı anne için daha özel ve daha güzel kılan şeyler.
“Rahmeti sonsuz Rabbim, yokluk karanlıklarından çıkarıp hayat bahşettiğin ve bizi vesile kılarak dünyaya getirdiğin yavruların gelişimini izlemek ne muhteşem bir tanıklık” diye düşündü anne. “Onlar son derece aciz ve muhtaç varlıklar olarak ailenin birer üyesi oldular. Hayatımıza dahil olmakla ne büyük sevinçler yaşattılar bize. İşte bu mutluluk ve yüreğimize koyduğun şefkat ve merhamet onları büyütme sürecinde yaşadığımız her zorluğu katlanılır kıldı. Hayatın bu yeni tatları için tatlı uykular bölündü, öncelikler değişti, önemli addettiğimiz çalışmalar ertelendi, keyifler terk edildi. Çünkü her nimetin bir külfeti var. Çocuk gibi bir nimete sahip olmak haliyle “ben”i arkaya atıp “o” merkezli yaşamayı—hiç olmazsa belli bir süre—göze almayı gerektiriyor.”
Annenin düşünceleri geçmişe yöneldi. “Onları kucağıma almam sanki dün gibi. Ne kadar aciz, savunmasız ve ihtiyaç halinde idiler. Konuşamaz, derdini anlatamaz, yürüyemez, ihtiyaçlarını kendileri göremezken şimdi karşımda benimle en güzel şekilde muhatap olma noktasına gelmiş iki insan var. Gözümün önünde, elimde büyüyen çocuklar bugün “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a kulluk yapma” heyecanını hem yaşıyorlar hem bize yaşatıyorlar. Dün gecenin bir vaktinde zamanlı zamansız ağlayarak uykularımızı bölen evin küçükleri “Anne bizi de sahura kaldırın” diye sıkı sıkı tembihleyerek uykuya dalıyorlar. Bir zamanlar ağızlarına biberon vererek veya kaşıkla beslediğim yavrularım şimdi iftar ve sahur sofralarında bize eşlik ediyorlar. Besmeleyle başladıkları yemek sonunda Allah’a hamd ediyorlar. Derdini avaz avaz ağlayarak anlatabilen evlatlar artık dualar okuyorlar, Rablerini anıyorlar, oruç niyetlerini ve iftar dualarını yüksek perdeden seslendirerek coşkularını bize duyuruyorlar. Yemek sonrası el ve ağızlarını ılık suyla ıslanmış bezle temizlediğim minikler şimdi serin çeşme suyunda abdest alarak namaza duruyorlar. Bir zamanlar dilleri kelimeleri tam telaffuz edemezken “paya” dedikçe bizi gülümseten ancak paranın ne olduğunu bilmeyen çocuklar şimdi Lübnan’daki müslüman kardeşlerimize para gönderelim, yardım edelim diye evde başı çekiyorlar. Bütün bunlar büyük bir değişimin, müthiş bir sürecin tanıklığıydı anne için. Artık ebeveyn-çocuk ilişkisinde farklı bir boyutu tecrübe etmekteydiler. “Kul” ortak paydasında eşitleniyorlardı. O’nun emirlerini yerine getirmek ve hoşnutluğunu kazanmak için birlikte hareket eden “din kardeşleri” oluyorlardı. Kulluk bilincine birlikte yürümek ne güzeldi. Bir kez daha Allah’a şükretti.
Sahurdan sonra yataklarına dönen çocuklarının ardından sevgiyle bakan anne, yüreği kıpır kıpır bir halde “Yarabbi, evimi gül bahçesine çeviren güllerimi Sen koru. İman ve aşkın onları hep diri tutan gün ışığı ve can suyu olsun. Hepimiz Senin kulunuz. Bir gün belki bizsiz kalacaklar ama Malikü’l Mülk Sensin. Bizi de onları da Sensiz bırakma Allah’ım” duasını mırıldanıyordu.
Ayten Yadigar

5 Eylül 2009 Cumartesi