25 Ekim 2009 Pazar

WALLPAPER










SORUMLULUK


Vaktiyle her türlü maddi imkâna sahip olmasına rağmen can sıkıntısından, hayatın yaşanmaya değmez olduğundan yakman bir prens vardı Kardeşleri, arkadaşları gezer, ava gider, eğlenirken o odasına kapanır, sürekli düşünürdü Oğlunun bu haline hükümdar babası çok üzülüyordu Birgün hükümdar, ülkesinin en bilge kişisini sarayına çağırtıp ona oğlunun durumunu anlattı ve buna bir çözüm bulmasını istedi Bunun için bilgeye bir hafta mühlet verdi Bir hafta içinde bir formül bulamazsa bunun hayatına mal olabileceğini de hatırlattı
Yaşlı bilge üç beş gün düşünüp taşındı; aklına hiç bir çözüm gelmedi Bu nedenle canını olsun kurtarmak için ülkeyi terketmeye karar verdi Üzgün, dalgın bir şekilde ülkeyi terkederken, bir köyün yakınında koyunlarını, keçilerini otlatan küçük yaşta bir çobanla bir süre ahbaplık etti Bundan cesaret alan küçük çoban yaşlı dostuna “Amca şu hayvanlarıma biraz göz kulak oluver de, ben de şu görünen köyden azık alıp geleyim, bugün azık almayı unutmuşum” dedi Bilge de zevkle kabul etti Bilge, kafası, karşılaştığı olaylarla meşgul bir halde hayvanlara göz kulak olurken, bir keçi yavrusu kenarında oynamakta olduğu uçurumdan aşağı yuvarlanıverdi Aşağı inip onu kurtarmadıkça kendi kendine kurtulması da mümkün değildi Bilge küçük çobana verdiği sözü doğru dürüst tutabilmek için kuzuyu kendisi kurtarmaya karar verdi Bu amaçla uçurumun dibine indi Önce kuzuyu sırtına bağladı, sonra tırmanmaya başladı Birkaç tırmanma başarısızlıkla sonuçlandı Ama bilge yılmadı Uğraştı, didindi, zorlandı ama sonunda kuzuyu yukarı çıkarmayı başardı Küçük dostuna verdiği sözü tutabilmek, bunun için de kuzuyu uçurumdan çıkarmak bir süre kafasını öyle meşgul etti ki, kendini bu işe o kadar verdi ki başından geçmekte olan olayı, canını kurtarabilmek için ülkeyi terketmekte oluşunu unuttu Fakat bu durum onun kafasında bir şimşek çakmasına sebep oldu Şöyle düşündü: “Bir kimse ciddi olarak bir işle meşgul olur, bir girişimde bulunup onu başarı ile sonuçlandırmak arzusu benliğini tam olarak kaplarsa, o kimse için can sıkıntısı, eften püften olayları kafasına takmak diye birşey söz konusu olamaz” Bu gerçek herkes, dolayısıyla hükümdarın oğlu için de geçerlidir Bilge artık kaçma fikrinden vazgeçip hemen geri döndü ve hükümdarın huzuruna çıkarak şu çözümü sundu:
“Hükümdarım, eğer oğlunuzun can sıkıntısıdan kurtulmasını, hayata bağlanmasını istiyorsanız ona bir sorumluluk yükleyin, zamanını kaplayıcı bir meşguliyet verin Can sıkıntısının, yaşamaktan şikayet etmenin ana sebebi başıboşluktur Oğlunuza yükleyeceğiniz sorumluluk ne derece ciddi, sonucu ne derece ağır olursa, kendini o ölçüde can sıkıntısından kurtaracak, yaşama mücadele ve azmi o derece artacaktır”

SAKAT KÖPEK


Mandelson 12 yaşında fakir bir ailenin çocuğudur. hayatta tek tutkusu köpeklerdir. Her gün pet shoplari gezip, köpeklere bakıp onlardan bir tanesine sahip olacağı günü hayal edermiş. Her zaman babasına yalvarıp kendisine köpek alabilmesi için gerekli parayı vermesini ister, ama babası maddi imkanları yüzünden karşı çıkınca da çok üzülürmüş.
Bu nedenle bütün harçlıklarını biriktirip babasını da razı edip biraz daha para toplamış. Doğruca çarsıdaki hayvan dükkanına gitmiş. Bir köpek beğenmiş. Dükkan sahibine fiyatını sormuş. Adam:
"O köpek satılık değil!" cevabını verince; Mandelson gayri ihtiyari nedenini sormuş. Adam:
"O köpeği satamam çünkü onun bir ayağı yok" demiş. Çocuk:
"Olsun ben onu istiyorum" demiş. Adam:
"Evlat o köpek sana istediğini veremez" diye eklemiş. Çocuk:
"Ne gibi?" diye karşılık verince; adam:
"O koşamaz, seninle oynayamaz, yani seni eğlendiremez" demiş. Çocuğun ısrarlarına dayanamayan dükkan sahibi köpeği çocuğa hediye etmek istemiş. Fakat Mandelson teklifi reddedip cebindeki bütün parasını adama uzatmış. Adam isteksiz ama çocuğun köpek sevgisinden duyduğu sevinçle parayı alıp, Mandelson'a:
"Evlat bu köpeğin sakat olduğunu bile bile neden o kadar ısrar ettin?" diye sorunca Mandelson pantolonunun paçasını aralayıp protez bacağını göstererek su yanıtı vermiş: "siz o köpeği bana sakat olduğu için vermek istemediniz, ama inanın beni ondan daha iyi hiçbiri mutlu edemezdi!"

AYET-HADİS-DUA-VECİZE




YUSUF - HAMZA

Uzunca bir süredir Yusuf ve Hamzadan bahsetmedik, halbuki site onların sitesi önce Yusuf'undu sonra kardeşiyle paylaşmak zorunda kaldı.
Gelişiyorlar sürekli...
Bir haftadır Yusuf Babaannesilerde misafir idi. Güzel vakit geçirmişler kuzenleri Hale ile Meryemle... Ama annesini ve babasını özlemiş bugün geldik birlikte... Büyüyor gitgide...



Hamza daha bir alem herşeye burnunu ve elini sokuyor. Dede de diyerek dolanıyor, kafasına koyduğu bişiyi yapana kadar çabalıyor sonra yaygara basıyor.
Abiside onu kolluyor, özlemişler birbirlerini oynuyorlar kafalarına göre... Ağabeyi oyun hamuru ile oynadığında, boyama yaptığında rahat bırakmıyor ama idare ediyorlar işte..
İkinci çocuklar birincilere göre daha mı şanslı ne?

Owner

22 Ekim 2009 Perşembe

BEN BİTTİM İSTANBUL


Ben zaten bittim İstanbul… Usul usul tükenişimin üstüne, buhurdanlarla kol kola girip yürüme n'olur… Suallerin kanatan tırnaklarıyla deşme sükûtumu… Karsız, yârsız ve arsız zamanlarla baş başa bırak beni… Şehr-i şâhâne oluşundan ne fayda gelir artık ömrüme? Kutupları çehresinde gezdirene güneş neylesin? Hayrı ararken bulunanın adı nedir aceb? Tamam İstanbul tamam! Git başımdan artık…
Ben O değilim… O kim ben kim? Ne hekim ne de hakim! Çözemez ki… Varsın kördüğümlerin saltanatı sürsün ruhumun mağlubiyet rahlesinde… Beni ziyaret etmeyiniz kuzum! Şiirlere şahlık verenler mahlesinde…
Garâmîyem a dostlar! Gam postunda oturur artık zaman… Geçse de hoş geçmese de! Firari oluşumu da kınamayın… Makber şairinin sözü sözüm olsun… Ve dahi aşk… Saçını başını yolsun! Meğer gamdan ötesi de varmış… Ah benim lodos vurgunu hayallerim… Meğer her cihetin bir yıkılmaz duvarmış…
Nasıl şerheyleyeyim ben derdimi, îcâd nâ-kâfi,
Dua nâkıs, tazarru bî-eser, feryâd nâ-kâfi!
Melekler, burçlar ger kılsalar imdâd, nâ-kâfi,
Gamım levh-i semâya eylesem inşâd, nâ-kâfi!(*)
Hem garâmî hem harâmî olmanın taşınmaz yükü nasıldır bilir misiniz? Eşkıya siluetiyle gözyaşıma sığan Dersaadet, Derkeder'dir illâ! Arzularıma döşenmiş dinamitlerin berhava oluşunda derbederdir kalem… Bu tuhaf karanlığı ışıtmaya yetmiyor sabır denen meşalem… Sebebistan padişahına gam kaftanı yakışmasın da ne yakışsın… Ve sen ey silinmez çizgilerim… Baktığım aynalarda "Edeb Yâ Hû!" diye çırpınan beyhude nakışsın…
Ben gidiyorum! Bir daha gelmem İstanbul… Hem gelmem hem gülmem… Hislerimi çıkarıp astım rüzgarın hanesine… Mantık ermese de kaderin bahanesine… Ben gidiyorum…
Kalemim öksüz, gönül katarım yüksüzdür artık!
gucer kafa

21 Ekim 2009 Çarşamba

DUVARI AŞMAK...


Yaşamımızda birer engel olarak karşımıza çıkan duvarlara tırmanabilmek için önce, sıkıntıların, dertlerin, düşmanların ve ihanetin karşısında dimdik durabilmek, sonra da bir kez daha, ikinci kez, üçüncü kez ve dördüncü kez çaba göstermek gerekir.
Kimi kişiler, karşılarına çıkan ilk duvarın önünde yollarının bittiğine inanırlar. Kimi kişiler ise, duvarın öte yanına geçerler ve... Hiçbir duvarı umursamaksızın, yollarını sürdürürler. Aşağıda, onların bu başarılarının anahtarlarını bulacaksınız...
• Daha fazlasını yapacağım.
• Ait olmaktan daha fazlasını yapacağım, katılacağım.
• İlgilenmekten daha fazlasını yapacağım, yardımcı olacağım.
• İnanmaktan daha fazlasını yapacağım, anlayışlı olacağım.
• Düş kurmaktan daha fazlasını yapacağım, çalışacağım.
• Öğretmekten daha fazlasını yapacağım, ilham vereceğim.
• Kazanmaktan daha fazlasını yapacağım, kazandıracağım.
• Vermekten daha fazlasını yapacağım, hizmet edeceğim.
• Yaşamaktan daha fazlasını yapacağım, büyüyeceğim.
• Arkadaşlıktan daha fazlasını yapacağım, dost olacağım.
• Denemekten daha fazlasını yapacağım, başaracağım.

ÇİLLİ HOROZ


Bir varmış, bir yokmuş,
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Saman bir ahır içinde,
Ahır bir köy içindeymiş.
Bu köyde Çilli Horoz yaşarmış. Çilli Horoz'un yaşadığı zamanda, henüz saat icat olmamış. Köylüler Çilli Horoz'un ötmesiyle uyanırlarmış. Çilli Horoz'un çok güzel ve gür bir sesi varmış. Çilli Horoz, hava aydınlanmaya başlamadan az önce öter, köylüler erkenden kalkıp günlük işlerini yapmaya başlarlarmış. Erkekler tarlaya gider, kadınlarda inekleri sağmaya, yem vermeye ahıra inerlermiş. Çilli Horoz, her gün tam vaktinde öter, hiç şaşırmazmış.
Bu köyde kötü kalpli bir karga yaşarmış. Bu karga vaktin kıymetini bilen Çilli Horoz'u kıskanırmış. Ayrıca köylülere de tarlaya korkuluk diktikleri için çok kızarmış. Çünkü bu korkuluk yüzünden hiçbir şey yiyemiyormuş.
Karga bir gün kara kara düşünürken aklına sinsi bir plân gelmiş. Hiç zaman kaybetmeden Çilli Horoz'un yanına gitmiş. Kaba ve çirkin sesiyle:
-Çilliiii, Çilliiii! diye bağırmış.
Karganın sesini duyan Çilli Horozibiğini sallayarak gelmiş.
- Efendim, karga kardeş, demiş.
-Merhaba horoz kardeş, nasılsın?
- Çok iyiyim karga kardeş, teşekkür ederim, diye karşılık vermiş Çilli Horoz.
- İyi değilsin, iyi değilsin. Seni zayıflamış, süzülmüş gördüm, demiş karga.
- Öyle mi! demiş, şaşırarak Çilli Horoz.
- Elbette Çilli kardeş. Bu insanlar senin kıymetini hiç bilmiyorlar. Sen olmasan onlar sabah uykularından kalkamazlar. Oysa her zaman önüne hak ettiğinden daha az yem koyuyorlar, seni kandırıyorlar, demiş.
- Ama ben doyuyorum, diye karşılık vermiş Çilli Horoz.
- Yok, yok ben senin hâline acıyorum. Sen şu arkadaşının öğütlerine kulak versen bu köylüler senin değerini anlarlardı. Yediğin önünde yemediğin ardında olur. Sen daha fazlasına lâyıksın, demiş karga.
- Nasıl? diye sormuş Çilli Horoz saf saf.
Karga sesini kısmış, Çilli Horoz'a iyice yaklaşmış.
- Onları kandırarak, yani yalan söyleyerek.
- Yalanla mı! diye bağırmış Çilli Horoz. Ben hiç yalan söylemem!
- Sus! Kimse duymasın. Ben sana arkadaş olarak öğüt veriyorum, demiş karga. Böylece Çilli Horoz'u kandırmış.
- Bak birkaç gün dene, benim ne kadar haklı olduğumu o zaman anlayacaksın. İnsanlar kandırılmayı, yalanı severler. Sen, vaktinden çok önce öt yeter, diye sözlerini tamamlamış karga.
Çilli Horoz o gece vaktinden önce kalkıp "Üürüüüü!" diye uzun uzun ötmüş.
Köylüler vakit erken diye düşünmüşler, ama horoz öttüğü için güç de olsa yataklarından kalkmışlar. Birkaç lokma atıştırmışlar. Erkekler tarlaya, kadınlar da ahıra inmişler. Uyuyan inekler kendilerini sağmaya çalışan kadınları tepmişler. Erkekler tarlada hava aydınlandı, aydınlanacak diye saatlerce bekleyip durmuşlar. En sonunda Çilli Horoz'un vakitsiz öttüğünü anlamışlar. Bunun üzerine köylüler toplanıp konuşmaya başlamışlar.
Köylünün biri;
- Çilli Horoz vaktini şaşmazdı. İlk defa oldu. Her hâlde hastalandı, ona birkaç gün çok iyi bakalım, demiş. Diğerleri de onu haklı bulmuşlar. Çilli Horoz'un önüne çeşit çeşit yiyecekler, yeşillikler doldurmuşlar. Çilli Horoz;
- Karga haklıymış, demek ki insanlar yalanı seviyor. Karga gibi akıllı ve iyi bir dost her zaman gerekli. Ben bugüne kadar bunu hiç düşünememiştim, demiş.
Önüne konanları iştahla yemiş, yemiş...
Tıka basa yemiş, artık yiyemez olmuş. Biraz dinlendikten sonra yemeye devam etmiş. Durup dinlenmeden yiyormuş. Olan biteni öğrenmek için yanına uğrayan kargaya teşekkür etmiş.
Ertesi gün, yine gece yarısı kalkmış, uzun uzun ötmüş. Köylüler yine şaşırıp kalkmışlar. Yine aynı kargaşa olmuş.
Köylüler bu defa da horozun hasta olduğunu düşünerek kızmamışlar, önüne yiyecek koymaya devam etmişler.
Horozun keyfi yerindeymiş.
Karga, ertesi gece Çilli Horoz'un yanına gelip seslenmiş.
-Horoz kardeş.
Horoz, karganın sesini duyunca hemen dışarı çıkmış. Karga;
-Seni daha iyi gördüm. Sana iyi bakıyorlar galiba, demiş.
İyi yürekli Çilli Horoz cevap vermiş:
-Evet bana çok iyi bakıyorlar. Bir sürü yiyecek veriyorlar. Tarladaki korkuluklar yüzünden günlerdir doğru dürüst yemek yiyemeyen karga sonunda gerçek niyetini Çilli Horoz'a açıklamış:
-Sana zamansız ötme fikrini ben verdim. Senin yiyeceklerinde benim de hakkım var. Lütfen benim hakkımı ver.
İyi niyetli horoz;
-Hadi içeri gel dostum. Seni kimseler görmesin. Bak birazdan öteceğim. İnsanlar hemen kalkacak. Bize bir sürü yemek getirecekler, demiş. Çok geçmeden;
- Üürüüü, üürüü! diye uzun uzun ötmüş.
Gecenin karanlığında kalkan insanlar uykulu uykulu oradan oraya koşturmaya başlamışlar. Çok geçmeden horozun yine erken öttüğünü anlamışlar.
Uykulu köylülerden biri şu öneride bulunmuş:
- Çilli Horoz üç gündür çok yemek yedi. Tombullaştı. Üstelik yine vakitsiz ötüyor. Belki de fazla yemek yediği için vaktinde ötmüyor. En iyisi verdiğimiz yemeği azaltalım.
O geceden sonra Çilli Horoz'a eskisinden de az yemek vermişler. Yiyeceklerini kargayla paylaşan horoz aç kalmış. Çünkü karga, Çilli Horoz'a verilen yiyeceklerin hepsini "Bu benim hakkım!" diyerek alıyormuş. Çilli Horoz neredeyse açlıktan ölecek hâle gelmiş. Bu duruma nasıl geldiğini düşünmeye başlamış. Düşününce de her şeyin karganın söylediklerini yaptığından beri başına geldiğini anlamış. Hemen gece tam vaktinde ötmeye başlamış.
-Artık senin nasihatlerini yerine getirmeyeceğim. Bu yüzden yiyeceklerimi seninle paylaşmam gerekmiyor. Hemen yuvamı terk et, demiş kargaya.
Yalancı karga, horozun yuvasını terk etmek zorunda kalmış. Yalanın hiç kimseye mutluluk getirmediğini Çilli Horoz artık anlamış.
Gökten iki arı uçmuş. Biri yalanı öğütleyenin, diğeri yalan söyleyenin dilini sokmuş.
Sema Maraşlı - Bana Bir Masal Anlat

1 Ekim 2009 Perşembe

BALTA ASMAK


Yakın zamanlara kadar halk arasında balta asmak (balta olmak) deyimi, "kaba kuvvet ile haksız kazanç elde etmek, zorbalık ile haraç almak" gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bir kişiyi korkutarak yapılacak işten pay almak, ahlakî ve ekonomik yapının bozulduğu dönemlerde ortaya çıkan sosyal hastalıkların başında gelir. Bugün çetelerin yaptığı işi, Osmanlı'nın bozulma dönemlerinde yeniçeriler yapmış ve bunun için de balta asmayı âdet hâline getirmişler. Bu deyim de tarihin acı hatıraları arasında böylece yer almış ve adı unutularak uygulaması bugüne kadar yaşamıştır.
Osmanlı Devleti'nde işler çığırından çıkmaya başlayınca, bozulma bütün kurumlara sıçramıştı. Yeniçeriler bu sırada pastanın büyük dilimi peşinde akla hayale gelmeyecek suiistimaller yapmaktan ve 18. yüzyıla doğru âdeta bir şehir eşkıyası olarak yaşamaktan geri durmadılar. Öyle ki artık hukuk devleti hak getire!.. Üstelik hak ve hukuku da kendi kafalarına göre yorumlayan ve onlara arka çıkan devletlûlar, bürokratlar, askerler var iken... Haraç almayı kazanılmış hak gibi gören ve bunun için her fırsatı değerlendiren zorbaya karşı, gücünü yitirmiş devlet ne yapsın?!. Zorbalık o derece ileri gitti ki İstanbul'da nerede paralı iş varsa, yeniçeriler bir yolunu bulup müdahil oluyorlar ve sahibini haraca kesiyorlardı. Söz gelimi bir yerde inşaat mı başlamış, hemen gidip daha yeni yükselen duvara, kendi mensup oldukları orta işaretini taşıyan bir tahta çakıyorlardı. Bunun anlamı, "Artık bu bina bizim korumamızdadır ve kimseden zarar erişmesine müsaade edilmeyecektir." idi. Sanki o binaya zarar eriştirmek isteyen varmış gibi... Maksat, bina sahibinden zaman zaman haraç almaktır. Eğer vermez ise ilk zarar, bir kundaklama operasyonuyla şüphesiz yine aynı yeniçerilerden gelir. Zenginlerden birinin kızı veya oğlu evlense, hemen gidilir gelini taşıyacak atın üzengisine orta işareti taşıyan bir plaka asılır ve düğün sahibinden para sızdırılırdı. Eğer vermeyecek olurlarsa o düğünün gerçekleşmesi biraz zor görünürdü. Derlerdi ki "Gelin ata bindi; ya nasip..." Düğün sahibi, isterse haraç vermesin.
Yeniçeriler arasındaki şehir eşkıyalığı giderek o raddeye gelmişti ki eskiden orta (bölük) adına iş gören sergerdeler ortalarını da unutup kendi şahsî çıkarları için iş görmeye başladılar. Orta işareti asmak yerine bu sefer balta asmayı yeğlediler. Herhangi bir yere balta asan yeniçeri mensubu, haracı da tek başına götürmeye başladı. Satılacak binalar ile gayrimenkuller, pazara getirilen mallar ile işletme ve üretim müesseseleri, bu tür grupların baltalarıyla peylendi. Bunun en yoğun uygulaması da İstanbul limanlarına gelen ticaret gemilerinde yaşanıyordu. Ne zaman limandan bir gemi girse, bir zorba yeniçeri gider geminin babafingosuna bir balta asardı. Artık, gemideki tacirlerin alım satımından ve yüklemelerden elde edilecek gelirin belli bir yüzdesi bu yeniçerinindir. Gemilere balta asma geleneği o derece ileri gitti ki İstanbul'un deniz ticaretini olumsuz etkileyen bir hareket olarak sonunda tarihe de geçti.
Sultan III. Mustafa'nın şu dörtlüğü tam da balta asılan yılları anlatır:
Yıkılıptır şu cihan sanma ki bizde düzele Devleti çerh-i deni verdi kamu mübtezele Şimdi Ebvâb-ı Saâdet'te gezen hep hezele İşimiz kaldı hemân merhamet-i Lem-Yezel'e
Cihan çoktandır yıkılıp gitmede; sanma ki bizde düzelir. Alçak felek, devleti baştanbaşa aşağılıklar eline düşürdü. Şimdi artık İstanbul kapılarını dolaşanlar, hep ayak takımı. İşimiz, Allah'ın merhametine kaldı vesselam!..
İskender Pala - İki Dirhem Bir Çekirdek

HAYIRLI CUMALAR

AYET-HADİS-DUA-VECİZE