10 Ağustos 2010 Salı

RAMAZANIN GÖLGESİNDE REZZAK’I DÜŞÜNMEK


Genç annenin sesi tarla ve bahçelerde yankılanıyor:
“Ali’nin karnı acıktııı!!!”
Uzaklarda bir yerlerde henüz dalından koparılmamış sebzeler bu sesle titreşiyor. Sevecen ve müşfik bakışlı insanlar mütebessim yüz ifadeleriyle dikkat kesiliyorlar annenin sesine. Organik tarım, hormonsuz sebzeler, sağlık ve hijyen vurguları... Kaşık kaşık yedirilen mama sevginin ve ilginin tezahürü niteliğinde. Miniğin beslenme ihtiyacını en güzel şekilde karşılama noktasında her şeyin düşünüldüğü mesajı bu şekilde veriliyor izleyenlere. Son kare annenin ve bebeğin mutlu ve huzurlu görüntüleriyle tamamlanıyor.
Filmi en başa sarmaya ne dersiniz? Küçük Ali’nin henüz ağlayarak acıktım sinyali veremediği zamanlara. Şimdi yavrusu acıktığında onu en sağlıklı şekilde besleme hassasiyeti gösteren annesinin henüz ondan haberi olmadığı zamanlara. Aslına bakarsanız Ali’nin bile kendinden haberi yok. Gözlerin görmediği dar ve karanlık bir mekânda kimseler bir şey bilmezken bir hayat tohumu çatırdıyor. Bir hücre “ol!” emrine boyun eğiyor. Alemlerin Rabbi yeryüzünde misafir edeceği yeni bir insanın inşasını anne rahminde başlatıyor. Safha safha yaşanan bu sürece kimse dahil olamıyor. Halden hale geçişlerle haftalar süren sırlı yolculukta her şey bir plan ve programla yürüyor. Her biri hayati bir görevi icra edecek olan hücreler anlamlı bir bütün olma yolunda gittikçe farklılaşıyorlar, büyüyorlar. Zenginleşiyorlar böylece. Olmayan gözler, kulaklar, kalpler inşa ediliyor.
Bebek yapayalnız ve kendini ifade yeteneğine sahip değil henüz. Üstelik onu neyin beklediğini de bilmiyor. Yine de huzur ve güven dolu. Çünkü yokluktan varlığa çıkarılırken rahmet tecellileriyle yoğrulmakta. Bu muhteşem serüvende kendisinin farkında olmadığı ihtiyaçları karşılanıyor Hayat’ın Sahibi tarafından. Beslenerek yol alıyor. Acıkan karnını doyurmak için değil bu beslenme. Göreceği göz, işiteceği kulak, hissedeceği kalp ve diğer tüm azaları yerince gelişsin diye kimseler fark etmeden besleniyor minik canlı. Dünyaya geldikten sonra o en yakınlarım diye bileceği kişiler bile şu anda olayın tamamen dışındalar. Gözü şu renk olsun, boyu böyle olsun diyemezler. Her halükarda yapacakları şey, dünyaya gelen yavrularını sevgi ve şefkatle kucaklarına alıp bağırlarına basmak olacak. Dünya tatlısı bir ikram karşısında teşekkür ve minnet duygularından başka ne hissedilebilir ki.
Gün saymaların ardından muhteşem bir hayat tecrübesine geliyor sıra. Hayat filminde kadına başrol ve figüranlığın aynı anda biçildiği kare bu olmalı dedirten bir tecrübe. Tam içinde, merkezinde olduğunuzu düşündüğünüz, bir o kadar da dışında kaldığınızı hissettiğiniz, Hayat’ın Sahibi’ne sığınma ve teslimiyet duygularını zirvede yaşadığınız bir zaman dilimi. Anne olmanın anneleri anlama yolunda büyük bir ders olduğu gerçeği daha bir netleşiyor bu tecrübeyle.
Kucağa alınan bebek derdini kelimelerle anlatamıyor. Ancak anne ile arasında özel bir dil var başkalarının çözemediği. Türlü ağlamalar türlü anlamlar içeriyor. Acıkıyor mesela. Annenin telaş etmesine gerek yok. Rahmet tecellileri devam ediyor çünkü. Doğum sonrası bahşedilen anne sütü tam da bebeğin ihtiyaçlarına cevap verecek özelliklere sahip. Kimselerin besin değerlerini ölçüp biçtikten sonra ısmarladığı veya bedelini ödeyip satın aldığı bir şey değil anne sütü. Misafir haneye gönderilen insan yavrusuna Rabbi’nin ikramıdır bu, anne aracılığıyla ulaştırdığı. Bebeğin hem karnı doyar hem sevgi ve şefkati yudumlar annesinden. Bu beslenmeden anne ruhu da payını alır şüphesiz.
İşte bütün bunlar bize hayat yolculuğuna çıkardığı kullarını ta en başından itibaren besleyen, doyuran, yediren, içiren, onları türlü nimetlerle rızıklandıran er-Rezzak’ı hatırlatıyor. Kimselerin derdi değilken kulunu dert edinen, onun ihtiyaçlarına en güzel şekilde cevap veren O. Anne karnında doğrudan rızıklandırdığı insanoğlu, dünyaya geldikten sonra sebeplere sarılmak zorunda kalıyor doymak için. Araya sebeplerin girmesi zamanla asıl nimeti bahşedenin O olduğu hakikatini perdeleme riskini getiriyor. Aşkın olanla bağların zayıfladığı ve sebeplerin ön plana çıktığı bir zihniyetin şekillendirdiği hayatın içine doğanlar açısından bu risk daha bir dikkate alınmalı. Bizi düşünen, ihtiyaçlarımıza cevap vereni takdir etmek, minnet duygularımızı ve teşekkürlerimizi yöneltmek gerektiğini düşündüğümüz adres konusunda “kafamızın karıştırılma” tehlikesi söz konusu çünkü.
Hayatı üretim tüketim ilişkileriyle anlamlandıran, dünyayı ise gerekli gereksiz her türlü üretimin yapıldığı devasa bir fabrika ve tüketimin biteviye körüklendiği uçsuz bucaksız bir pazaryeri olarak algılayan zihniyet nedeniyle ekolojik dengenin alt üst olduğu, toprak, hava ve suyun kirlendiği bilinen bir gerçek. Organik tarım, hormonsuz üretim, hijyen hassasiyeti gibi tedbirler iyi niyetli çabalar kuşkusuz. Ancak hırs, tamah ve doğaya tahakküm etme temelli mevcut düşünce tarzı değişmeksizin her türlü iyi niyetli çabanın da gerçek anlamda derde derman olmayacağı açık. Reklâm filmlerine konu olan ürünlerin nihayetinde kâr maksimizasyonu gözetilerek piyasaya sürülmüş ticari metalar olduğu unutulmamalı. Duygusal vurguların da hedef kitleyi ürünü almaya sevk etme stratejisinin bir parçası olduğu göz önünde bulundurulmalı. Teşekkürün adresini şaşırmamalı velhasıl. Yeryüzünü insanoğluna musahhar kılıp tertemiz rızklar edinmesine vesile eyleyen, er- Rezzak olan Allah ise, teşekkürün ve minnet duygularının yöneltilmesi gereken de O olmalı. Kuluna şah damarından yakın olduğunu bildirenden, sebepler perdesine takılıp uzak düşmek ne büyük kayıp!
Peki acıkan ve doyurulması gereken sadece karnı mıdır insanın? “Rızkı sadece boğazından geçen şey zannedenin aklına şaşarım” diyor Hz. Aişe. Bedenimiz kadar belki ondan daha fazla ruhların, yüreklerin açlığını da hesaba katmak gerek öyleyse. Hayatın Sahibi bu ihtiyacımıza da cevap veriyor. Çünkü O Rahman’dır, Rahim’dir. İnsanoğluna tenezzül buyuruyor. Vahyine muhatap kabul ediyor onu. Biliyor ki ilahi sofradan beslenmeyen ruhlar her daim açlık çekmeye mahkûm. Ruhu açlıktan bitap düşmüş insanlığın huzur bulması da mümkün değil.
Bugün dünyada açlıktan ölen insanlar var. Aslında bu ölümlere zemin hazırlayan da gün be gün ölümüne şahit olduğumuz insanlığın kendisidir. İnsanların cismen sureten halen var olduğu bir dünyada insanlık mumla aranıyorsa hayatın içinde eksik bırakılan veya ihmal edilen çok önemli bir husus var demek ki. Merhamete hayat hakkı tanımayan benmerkezci anlayış nedeniyle yerküremizi kasıp kavuran şiddet, zulüm, mutsuzluk ve huzursuzluk şu haykırışın lisan-ı hal ile ifadesi değil midir?
“İnsanlığın ruhu acıktıııı!!! İnsanlık açlıktan ölüyor!!!”
Bu çağrıya cevap hazır. Yeter ki gözler görmeye, kulaklar işitmeye, kalpler hissetmeye niyetli olsun. İşte Ramazan geldi. Kur’an ayı Ramazan. Halden şikayet etmek yerine dertlere deva olacak Kur’an’la buluşmak, halleşmek zamanı. Yeni bir imkân. Yine bir imkân. Şükürler olsun. Mübarek olsun.
Ayten Yadigar

8 Ağustos 2010 Pazar

KUŞ AVCISI



Bir varmış Bir yokmuş, ülkesinde avcının biri kuşlara meraklı imiş.
Hem yemeye meraklı, hem de tutup kafese kapatıp seyretmeye, söyletip dinlemeye Kurmuş ormanın kuytusuna kapanı, yatmış pusuya. Tüyleri alacalı bulacalı nadir bulunur az rastlanır cinsinden bir kuş da gelmiş girmiş kapanın içine. Avcı ortaya çıkınca kuş yalvarmaya başlamış.;'' Avcı avcı bırak beni gideyim. Yemeğe kalksan ufacığım, pişirdin mi benden bir lokma bile et çıkmaz. Kafese kapatsan ağzımı bile açmam, ne şakırım ne konuşurum, ama beni özgür bırakacak olursan sana üç öğüt veririm ki hem çok mutlu olursun yaşamda, hem de çok başarılı.''
Avcı düşünmüş taşınmış: ''Eh söyle , ver bakalım şu üç öğüdünü o zaman bırakırım seni,'' buyurmuş.... '' Önce...'' demiş, kuş
1.Sağduyuya, akla aykırı düşecek hiç bir şeye inanma
2.Yaptığın hiç bir şeyden pişmanlık duyma, gerçekleştiremeyeceğin şeyler için üzülme
3.Asla ama asla olanaksızın peşine takılma....
Avcı şöyle bir bakmış kuşa,'' Bu söylediğin büyük cevherler değil, ben zaten yaşamımda her an bu prensipleri uyguluyorum. Ama fazla işe yarayacak bir kuş değilsin, o yüzden sözümü tutup seni bırakacağım,'' demiş.
Kuş fırlamış yakındaki bir ağacın tepesine, açmış ağzını yummuş gözünü.. '' Avcı avcı salak avcı sen beni herhangi bir kuş mu belledin? Ben bütün kuşlardan daha farklı bir kuşum. Kalbim yakuttan benim. Kalbimin yerinde kocaman bir yakut var, beni kesip kalbimi çıkarsaydın dünyanın en zengin adamı olacaktın. Salak avcı... Dönmüş, bağırıp çağırmaya başlamış...
''Avcı seni yine yakalayacağım....'' diye tepinmeye başlamış, deliye dönmüş hırsından.Hemen ağaca tırmanmaya başlamış.
Kuş ağacın en üst dallarından birine adamın erişemeyeceği bir yere konmuş. Avcı üst dala erişip de kuşu yakalayayım derken yuvarlanmış ağaçtan ....
''Nasılsın bakalım?'' demiş kuş, '' Öğütlerimi beğenmemiştin, ben bunların hepsini zaten biliyordum demiştin. Ben sana ne dedim önce? Sağduyuya akla ters gelecek hiç bir şeye inanma. Be adam kalbi yakuttan kuş olur mu? Hemen inandın, gözün döndü. Yaptığın hiç bir şeyden pişmanlık duyma, yani sonradan pişman olmamak için bir şeyi yapmadan önce iyice düşün taşın, dedim. Beni bıraktın, ardından da hemen bıraktığına pişman olup peşime düştün. Üçüncü öğüdüm, gerçekleşmesi olanaksız bir şey için boş yere gücünü harcamaydı. Sen beni nasıl yakalarsın, ben kuşum, uçmuş uçmuş en üst dala konmuşum. Sen oraya nasıl erişirsin be adam? demiş.. Ve uçmuş gitmiş...

ÇOCUKLARIN OYNAMASI, ARKADAŞLIKLARI VE ARKADAŞLARI...


“Oynamayan at tay olmaz.” Türk Atasözü
Oyun, çocuğun gelişmesi ve kişilik kazanması için sevgiden sonra gelen ikinci en önemli ruhsal besindir. Sevgiden yoksun bir çocukluk gibi oyunsuz bir çocukluk da düşünülemez.
“ Çocuk ruh sağlığı sevilmek ve oynamaktır.” Atalay Yörükoğlu
Çocuğun oyun oynaması, onun gelişimi açısından çok önemlidir. Çocuk oynadıkça duyuları keskinleşir, yetenekleri serpilir, becerisi artar. Çünkü oyun çocuğun en doğal öğrenme ortamıdır. Duyduklarını gördüklerini sınayıp denediği, öğrendiklerini pekiştirdiği bir deney odasıdır.
Oynayan çocuk, kendi küçük dünyasındadır. O dünyaya kendisi egemendir. Kurallarını kendisi koyar ve kendisi bozar. Karışmaya kalkan olursa sinirlenir. Kurdukları oyunu, yerleştirdikleri eşyaları değiştirmeyi bir deneyin, hemen tepki gösterirler. Diktikleri kuleyi yanlışlıkla devirseniz yeniden yapılamazmış gibi ağlarlar.
Oyun, çocuğun dili ve en etkili anlatım aracıdır. Oyun aracılığı ile üzüntülerini,kaygılarını, korkularını dile getirir.
Oyunlarında büyükleri taklit ederler. Bebeğini sallayan, giydirip besleyen, yatağına yatırıp ninni söyleyen bir küçük kız, annenin yavrusuna verdiği bakımı ayrıntılarıyla uygulamaktadır. Bebeğiyle konuşurken söylediği sözlerin kendi annesininkilere benzediği de gözden kaçmaz. Azarlayışı, avutuşu, okşayışı ve sözlerinden kendi annesini sahnede oynadığını sanırsınız.
Oyun çağındaki çocukların arkadaş edinmesi, ördek yavrularının suya dalar dalmaz yüzmeleri gibi doğal bir iştir. Yeter ki çocuk, yaşıtlarıyla kaynaşabileceği ortamı bulsun. Bir araya gelen iki çocuk daha birbirinin adını öğrenmeden oynamaya koyulurlar. Ancak birlikte oynayabilmek için, oyuncakları paylaşmak, oyun kurallarını bozmamak gerekir. Başlangıçta çekişme, itişme ve bozuşma olağandır. Ama bozuşmalarıyla barışmaları bir olur. Oyunun tadı bencilliği geriye iter. Oyunun çekiciliği üç yaşından başlayarak çocukları iş birliğine iter. Böylece oyun, çocuğun toplumsal bir varlık olarak gelişmesinde en doğal ortam olur. Oyun aracılığıyla gelişen arkadaşlık ilişkileri giderek toplu oyunlarda daha düzenli bir arkadaşlığa yol açar.
Oyun çocuğun en güçlü ve doğal dürtülerinden biri olan saldırganlık dürtülerini boşaltmasına da yarar. Kendisine uygulanan cezaları hayalde de olsa başkalarına uygulayarak, doktor olup iğne yaparak, polis olup suçluları yakalayarak bu dürtülerine uygun bir çıkış yolu bulur. Yalandan ölür ve öldürür.
Çocuğun oyunlardaki davranış biçimi aile içinde aldığı eğitimi yansıtır. Evde her istediği yapılan, bir dediği iki edilmeyen çocuk başlangıçça zorluk çeker. Bencil davranır, paylaşmaya yanaşmaz. Çocuk küser, mızıkçılık eder. Zora gelince büyüklere sığınır. Özellikle ev dışında yaşıtlarıyla oynama olanağı bulamayan çocuklarda sıklıkla görülür. Oyunda hep saldırgan ve bencil davranan bir çocuk da, ana baba tutumunu oyuna aktarıyordur. Ya da evde sindirilen kısıtlanan bir çocuktur. Oyunda hep silik kalan, başkalarını izleyen bir çocuk da bağımlı yetiştirilmesini yansıtıyordur. Evde kazanılan olumlu olumsuz kişilik nitelikleri oyunda sınanır. Oyun, kazanılan olumlu özelliklerin pekiştirildiği, geliştirildiği bir ortamdır aynı zamanda. Olumsuz niteliklerin de değişmeye uğradığı bir deneme alanıdır. Bu nedenle oyunun çocuk için eğitici, düzeltici bir işlevi vardır. Kendi hakkını korumak, başkalarının hakkını gözetmek, iş birliği ve paylaşma evde değil, ancak oyun ilişkilerinde kazanılan toplumsal özelliklerdir.
Oyun okul öncesi yaşlarının tek uğraşıdır. Ancak okula başlamakla oyun gereksinimi sona ermez. Çocuk büyüdükçe, gelişim düzeyine göre biçim değiştirerek sürer gider. Bu nedenle okulu oyun çağının sonu gibi görmek yanlıştır. İlk öğretim çocuğunu “oyundan kesmek”, oyundan alıkoymak yanlıştır. Çocuğu öğretmeden soğutmanın en kestirme yoludur. Bunun yerine oyunu, öğrenmenin yardımcısı ve aracısı kılmak gerekir. Oyuna doymamış bir çocuk okuldaki öğretime hazır değildirdir!
Arkadaş ilişkileri çocuğun evinde karşılanamayan en önemli gereksinimlerinden biridir. Arkadaş edinmek ve ilişkiyi sürdürmek belli bir olgunluk ister. Bu bakımdan bir kimsenin ruhsal olgunluğunu kurduğu arkadaşlıklara bakarak anlayabiliriz. Hiç arkadaşı olmayan bir kimsenin önemli ruhsal sorunları olduğunu duraksamadan söyleyebiliriz. Gerçekten çocukluğun en ağır ruhsal bozukluğu olan içe kapanıklık hastalığında, en belirgin özellik yaşıtlarına karışmamak, arkadaşlık edememektir.
Kimi ana-baba çocuğun yaşıtlarıyla oynamasını bilerek engeller. Çocuğuna hem ana-baba hem de arkadaş olabileceğini sanır. Çocuğuyla yer, içer, oynar, onu gezdirir. Ama yaşıtlarıyla ilişkisini ya açıktan yada dolaylı olarak kısıtlar. Çeşitli oyuncaklar alınır, evde oyalamak için aşırı çaba harcanır. Çocuk yaşıtlarının oyununu camdan izler. Bir süre sonra, örneğin okul çağında, istese de arkadaşlığa nasıl başlayacağını bilemez. Evde oturmayı yeğler.
Bir çocuğun hiç arkadaşı yoksa ve kendini özellikle yalnız ve sosyal açıdan yetersiz hissediyorsa, kaygı duyulacak bir durum söz konusudur.
Çocuğunuz arkadaşsız kalmışsa ve bundan olayı acı çekiyorsa, olabildiğince çabuk müdahalede bulunmalısınız.
Arkadaşlık çocuğa toplumsal yaşamında gerekli olan uyumlu ilişkileri ve işbirliğini öğrettiği gibi, ezmeden ve ezilmeden yarışma yeteneği de kazandırır. Önder olma, yönetme, belli bir amaca yönelik takım çalışmasına katılabilme, sorumluluk alabilme gibi evde kazanılması mümkün olmayacak yetenekler arkadaşlık ilişkileriyle kazanılabilir.
Arkadaş ilişkileri çocuğa kendi-kendini gerçekçi olarak değerlendirme olanağı verir. Başkalarına bakarak kendini tartar. Beğendiği ve beğenmediği özellikler biçimlenir. Arkadaşlarıyla ortak yanlarını ve ayrıldığı yönleri görür. İnsanlarda beğenmediği özellikleri hoş görüyle karşılamaya alışır. Arkadaş ilişkilerini sürdürmek bencilliğin yenilmesine bağlıdır. Karşılıklı alıp verme ve özveriyi gerektirir.
Çocuklarımızın okul yada çevreden edindiği arkadaşlarına saygı gösterilmelidir. Değilse, bizlerden gizli olarak, dilemediğimiz kimselerle ve dilemediğimiz yerlerde, hoş göremeyeceğimiz arkadaşlık biçimi geliştirebilirler. Ne kadar isteseniz de, çocuğunuzun sınıftaki başka bir çocukla oyun oynamasını kesinlikle yasaklamayın; çünkü böyle bir yaklaşım ulaşmak istediğinizin tam tersi bir sonuç doğurabilir. Çocuğunuza karşı dürüst olun. Beğenmediğiniz arkadaşı hakkındaki kaygılarınız anlatarak, başka bir çocukla oyun oynamasının neden daha iyi olacağını açıklayın. Ana-baba ocağında iyi eğitilmiş bir çocuğun kötü arkadaşlara uymasından korkmamalıdır. Bir bakıma arkadaşsızlık, kötü arkadaşları olmasından daha sakıncalıdır. Çocuk arkadaşlarının yoluna gidiyor, onlara körü-körüne uyuyorsa önce evde edindiği eğitimde bir eksiklik aramak daha doğru olur. Her çocuk deneye deneye birazda kendi eğilimine uygun arkadaşlar bulur. O zaman ne yapmalıyız? Çocuğunuzu bir arkadaşlıktan vazgeçirmenin yollarından biri de, onun daha iyi başka bir arkadaşlık kurmasını teşvik etmektir. Alternatifini koymadan yasak getirmemelisiniz. Çünkü yapılmasını doğru bulmadığımız şeyleri kesin bir dille menetmek çözüm değildir. Niçin yapılmaması gerektiğini ona mantıki ve hissi delillerle izah etmeliyiz. Yoksa insanlar men edildikleri şeylere karşı daha fazla isteklidirler. İnsanları yanlışlarından vazgeçirmek için, onlara daha iyi bir alternatif sunmak lazım.
BİR HİKÂYE
Fakir bir kız çocuğu, yere atılmış bir şekeri görür. Hemen onu alıp ağzına götürürken, oradan geçen birisi durumu görür, koşar. “At onu yere, pistir, hasta olacaksın!’ Derse de çocuk şekere daha fazla sarılır. Adam bir anda ne yapılması gerektiğini anlar. Hemen orada bulunan bir şekerci dükkânına dalar, bir çikolata alarak kıza uzatır ve “al bunu ye, at o şekeri yere” der. Çocuk hiç duraklamadan şekeri fırlatır ve çikolatayı alır; adama sevinç dolu gözlerle bakar.
Çocuğun arkadaşlık ilişkileri ana-babanın denetimi dışında tutulmalıdır demek de doğru olmaz. Ne var ki, oyun gibi arkadaşlık da çocuğun ev dışındaki özgürlüğünün bir ürünüdür.
Çocukların arkadaşlığa verdikleri önem çok büyüktür. Arkadaşlarca aranıp benimsenmek çoğu kez büyüklerce beğenilmek veya derslerde başarılı olmaktan önde tutulur. Gerçekten çocuklar arasına da yürütülen araştırmalarda en beğenilen, en çok oy toplayan arkadaşların, en uyumlu çocuklar olduğu ortaya çıkıyor. En beğenilenler; canlı, dışa dönük, atılgan, bağımsız, neşeli ve iyi huylu çocuklardır. Bu çocuklar zekâ ve başarı yönünden ortalamanın üstünde olmakla birlikte en zeki ve en yetenekliler arasında değildirler. Övüngen, üstünlük taslayan, gürültücü, mızıkçı ve saldırgan olanların en az beğenilen arkadaşlar olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
Kaynak : Bilinmiyor